30 Aralık 2011 Cuma

Şota Arveladze'nin Amrabat ve Arçil Yorumu / Kayserispor'da Amrabat Kadro Dışı


Salı günü (27 Aralık) öğle vakti TRT 3'teki spor haberlerini izlerken Antalya'ya bağlanıldı ve Antalya'da kamp yapan Kayserispor'un kampı görüntülendi, muhabir de canlı olarak Kayserispor Teknik Direktörü Şota Arveladze ile röportaj yaptı.

Röportajda Şota, "kırık" diyeceğimiz bir şekilde, kendisine özgü Türkçesi ile soruları cevapladı. Şota'nın konuşmasında dikkatimi çeken şey sempatikliği, güler yüzü ve Türkçe konuşurken zorlanmasıydı ama futbol dilini, terimlerini de iyi bilmesiydi, iyi bir şekilde vurgulamasıydı. Genel olarak Türkçe konuşması hakkında "Kaç senedir Türkiye'desin, daha doğru dürüst Türkçe konuşmayı öğrenememişsin." şeklinde tepki verdim. Tam bu tepkiyi verirken muhabir ile Şota arasında geçen konuşma beni güldürdü.

(Sorular kelime kelime aynı olmasa da özü bu şekilde...)

Muhabir: (Amrabat'ın tranfer dedikodularını dile getirdikten sonra) Hocam burada hava çok güzel. Yapılan dedikodular bu havayı bozuyor mu?
Şota: Dedikodu kadınların işi, biz erkeğiz, ilgilenmiyoruz. (Tabii bu cevaptan sonra güldüğüm için, arkasından "Tabii..." ile başlayan 1-2 cümlelik cevabı tam anlayamadım.)

Muhabir: (Arçil-Şota muhabbetini dile getirerek) Arçil ne yapıyor?
Şota: (Gülerek) Evde, yatıyor.

İyi ki Türkiye'ye geldin, iyi ki Türkiye olarak seni tanıdık. Takımın önemli değil, dilerim hep Türkiye'de kalırsın güzel insan...


Amrabat Kadro Dışı

Bu arada, Kayserispor'da Amrabat konusunda bazı gelişmeler yaşanmış. Amrabat süresiz kadro dışı bırakılmış, sebebi de Galatasaray'a gitmek istemesi ve bu konuda kriz çıkarması... Yönetimin "Ya takım arkadaşlarından ve teknik kadrodan özür dile, ya da A-2 takımına git" diyerek 1 günlük süre vermesini, Amrabat "Özür dilemiyorum'' diye yanıtlamış ve bunun üzerine Kayserispor Yönetimi, Şota'nın da onayını alarak Amrabat'ı süresiz kadro dışı bırakarak A2 takımına göndermiş. Amrabat da A2 takımının antrenmanlarına katılmamış ama pazartesi katılacağı belirtilmiş...

Gelişmeler bunlarla da sınırlı değil. Beşiktaş yönetimi yaptığı açıklamada Fanatik'in (yukarıdaki) haberinin yalan olduğunu belirtmiş ve Amrabat'ı kimsenin önermediği gibi transfer etme düşüncelerinin olmadığını belirtmiş. Yine aynı şekilde Kayserispor da yaptığı açıklamada Amrabat'ı kimseye önermediklerini, haberlerin yalan olduğunu belirtmiş. Bunlara ek olarak ise Kayserispor'un, Amrabat'ı ayarttığı suçlamasıyla G.Saray'ı TFF'ye yazılı olarak şikayet etmesi üzerine TFF Hukuk Kurulu, Galatasaray Kulübü, yöneticileri ve Amrabat'ın basına yansıyan bütün açıklamalarını toplayıp soruşturma dosyası hazırlamış ve Galatasaray ile Amrabat'tan da savunma istemiş. Buna göre, eğer PFDK tarafından suçlu bulunursa, Galatasaray'a para cezası ve hatta transfer yasağı, Amrabat'a da hak mahrumiyeti gelebilir...

Tabii şu anda Kayserispor ile Galatasaray arasında bir tartışma yaşanıyor, Kayserispor Galatasaray'ı ahlaksızlıkla ve futbolcularını ayartmakla suçluyor... Uzun süredir de Kayserispor Amrabat'ı kesinlikle satmayacaklarını ifade ediyor. Hatta bu Amrabat konusu öyle bir noktaya geldi ki karşılıklı restleşmeler yaşanabiliyor.

Kayserispor Genel Menajeri Süleyman Hurma: "Amrabat konusu artık iyice sabırlarımızı taşırdı. Vermeyeceğiz, göndermeyeceğiz diyoruz ama anlayan yok. Eğer Amrabat, Kayseri’den gidecek olursa bile kesinlikle Galatasaray’a gitmeyecektir. Herkes burada canı istediği takıma gitmiyor."

S. Hurma: "Amacımız oyuncu alıp 'büyüklere' servis yapmak değil..."

Kayserispor Teknik Direktörü Şota Arveladze: "Bizim takımımız sadece başka takımları mutlu etmek için kurulmadı."

Şota: "Kulüpten büyük oyuncu yoktur. Messi bile olsa Real Madrid’den büyük değil." (Messi ve Real Madrid? Sanırım Barcelona demek istedi.)

GS Başkanı Ünal Aysal: "Bundan sonra Kayserispor'dan futbolcu istemem."

Kayserispor GS'yi futbolcularını ayartmakla, ahlaksızlıkla suçluyor ve transfer için Olcan Adın'dan önce Gaziantepspor ile görüşen Trabzonspor'u, Alper Potuk'tan önce Eskişehirspor ile görüşen Fenerbahçe'yi örnek veriyor. Galatasaray ise Kayserispor'u Fenerbahçelilikle suçluyor, Amrabat'ı Fenerbahçe için sakladığını iddia ediyor.

Bakalım bu işin sonu nereye varacak... Ama şu bir gerçek ki Kayserispor, kendisi için çok önemli bir oyuncuyu kadro dışı bırakarak önemli bir ders verdi. "Büyüklerde" olmayan bir şey bu. Kayserispor'a helal olsun.

29 Aralık 2011 Perşembe

Bülent Arınç ile İleri Matematik!!!


Bülent Arınç, geçenlerde katıldığı, partisinin İl Gençlik Kolları’nın Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi’ndeki kongresinde yaptığı konuşmada partisinin ve diğer partilerin oy oranını açıkladı. Bülent Arınç'a göre AKP'nin oyu % 55, CHP'nin % 19, MHP'nin % 16 ve BDP'nin % 6. Bunu açıklarken de öyle bir matematik hesabı yapıyor ki, pes!

Onların hepsini topla. 2 ile çarp, kareköklerini al, bizim yarımız bile etmiyor.

Şimdi bakalım;
Birinci Kısım: CHP + MHP + BDP = 19 + 16 + 6 = 41
41 * 2 = 82
(Karekök) 82 = 9,055

İkinci Kısım: AKP / 2 = 55 / 2 = 27,5

Sonuç: 9,055 < 27,5 yani adam haklı beyler!

Sonucun en kötü ihtimalle eşit çıkması için diğerlerinin toplam oyunun (27,5 ^ 2) / 2 = 378,125 yani % 378,125 gibi bir değere sahip olması gerek. Bu mümkün olamayacağına göre, o zaman AKP'nin oyunun 9,055 * 2 = 18,11 yani % 18,11 olması gerek. Ancak bu durumda da 4'ünün toplam oyu % 41 + % 18 = % 59 oluyor ki "% 41'lik oy nerede" sorusu meydana geliyor. Ek olarak da AKP'nin oyu CHP'nin oyunun altına düşmüş oluyor, ki bu da büyüklerimizin (!) isteyeceği bir şey değil.


Şimdi başka bir yola bakalım... Bu 4 parti dışındaki partilerin oylarının "0" olduğu varsayımından hareketle AKP'nin oyunun "% a", diğer 3 partinin toplam oyunun da "% (100 - a)" olduğunu kabul edelim. (Bu durumda 4 partinin toplam oyu % 100 oluyor.)

Bülent Arınç formülüne göre; 
(karekök) (2 * (100 - a)) = a / 2
Karelerini alırsak; 2 * (100 - a) = (a^2) / 4
(a^2) = 8 * (100 - a) = 800 - 8 * a
(a^2) + 8 * a - 800 = 0

İkinci derece denklem formülüne göre, denklemin kökünü yani AKP'nin oyunu bulmak için diskriminant hesabı yapalım. 
D = (b^2) - 4 * a * c = (8^2) - 4 * 1 * (-800) = 64 + 3200 = 3264
İlk Kök = (-b + (karekök) D) / (2 * a) = (-8 + 57,131) / (2 * 1) = 49,131 / 2 = 24,565
İkinci Kök = (-b - (karekök) D) / (2 * a) = (-8 - 57,131) / (2 * 1) = -65,131 / 2 = -32,565
Bu değerlerden ilki yani a = % 24,565 geçerlidir.
Buradan hareketle, 100 - a = 100 - 24,565 = 75,435

Yapılan hesaba göre, sadece 4 partinin katıldığını varsaydığımızda, Bülent Arınç formülünü uyguladığımızda AKP'nin oyu % 24,565, diğerlerinin toplam oyu % 75,435 oluyor. Görülüyor ki AKP'nin oyu, belirtilen oy  oranının yarısının bile altına düşüyor. Aslında bu bile ona fazla ama yine de "yetmez ama evet". (AKP'nin de, Özal'ın - Mesut Yılmaz'ın ANAP'ı gibi kapanması ve tarihten silinmesi ya da en azından Demirel'in - Çiller'in DYP'sinin DP'ye dönüşüp, siyaseten rahmetli olması ve tabela partisi olarak kalması gibi bir sona sahip olduğu günleri görebilecek miyiz acaba?)

Görülüyor ki Bülent Arınç, matematiksel siyaset alanında Devlet Bahçeli'ye rakip olmaya çalışmış. Ancak çok yoruyor insanı, hesap üstüne hesap yaptırıyor. Ama Devlet Bahçeli öyle mi? Adam basit ve sade bir yöntem izliyor, üstelik kendisi sorup kendisi cevaplıyor.

2009'daki iki 0'ı da silin. Ne kaldı? 29. 2 ile 9'u toplayın 11 yapar. 29 ile 11'i toplarsanız 40 yapar.

Bu kadar! Basit hesap, fazla uğraştırmıyor, yormuyor! O yüzden, matematikte Devlet Bahçeli diyoruz!

Bence hükümet Bülent Arınç'ın bu matematiksel zekasını değerlendirmeli, onu Nobel'e aday göstermeli, yaptığı matematiksel hesabı da Bülent Arınç formülü diye literatüre sokmaya çalışmalı. Hatta üniversitelerimizin matematik bölümleri de fahri doktora unvanı vermeli!!! Yazık oluyor adama, harcanıyor buralarda!

25 Aralık 2011 Pazar

Diego Biseswar, Mesut Özil, Barcelona'nın Ayıbı

Bir süredir, şahsi yoğunluğumdan dolayı blogla doğru dürüst ilgilenemiyorum, internete de zaman ayıramıyorum. Bir süre daha bu yoğunluk sürecek... Futbol ile ilgili "kısa kısa" şeklinde bir içerik girerek hem bu duruma bir ara vermiş olalım hem de blogu boş bırakmamış olalım...


Kayserispor'dan ilginç isimli futbolcular serisine devam...

Kuşkusuz bazı yabancı isimler Türkçe ve Türkiye açısından farklı anlamlar içerebiliyor, farklı şeyler çağrıştırabiliyor. Mesela Beşiktaş'ın eski teknik direktörlerinden John Benjamin Toschak, Galatasaraylı eski futbolcular Falco Götz, Popescu gibi... Bu konuda ise son yıllarda Kayserispor'da bir istikrar söz konusu. Önce takıma Noureddine Amrabat'ı getirdiler, sonra da Aleksandr Amisulashvili'yi (gerçi bu isim 2011 yılında sözleşmesini tek taraflı feshederek Rusya'nın FC Krasnodar takımına gitti) getirdiler. Son bombaları ise Diego Biseswar. Şimdiden "Kayseri'de Bi ses war" şeklindeki yaratıcı (!) manşetlere hazır olun.

Kayserispor'a (veya benzer niyetli kulüplere) transferleri için birkaç "ilginç isimli" futbolcu önerelim: 

  • Remko Pasveer (Hollanda ekibi Heracles'in Hollandalı kalecisi), 
  • Isaac Boakye (Gana Milli Takımı'nda da oynayan, en son Valeranga'da oynamış ve şu anda boşta bir santrafor),  
  • Christian Träsch (Vfl Wolfsburg'un Alman orta sahası), 
  • Andrija Delibašić (Rayo Vallecano'nun Karadağlı santraforu, Karadağ Milli Takımı'nda da oynuyor),
  • Keko (İtalyan Calcio Catania'nın İspanyol santraforu olup asıl adı Sergio Gontán Gallardo'dur - lakabına kurban!), 
  • Milovan Sikimić (Güney Kıbrıs Rum Kesimi ekibi Apollon Limassol'un Sırp defansı), 
  • Marek Hamšík (Napoli'nin Slovak orta sahası ve Slovakya Milli Takımı'nın kaptanı),  
  • Georgie Welcome (Honduras'ın C.D. Motagua takımının santraforu - memnun oldum ben de Goodbye!),  
  • Gojko Kačar (Hamburg'un Sırp orta sahası, Sırbistan Milli Takımı'nda da oynuyor - gerçi bizde de bu isme benzer Trabzonsporlu Giray Kaçar var ama olsun!), 
  • Giuseppe Mascara (Napoli'nin İtalyan forveti), 
  • Alain Junior Ollé Ollé (Norveç'in Stabæk takımının orta sahası - ismi duruma göre oley oley veya Allah Allah şeklinde söylenebilir, sevinç veya kızgınlık durumuna göre!),  
  • Sébastien Squillaci (Arsenal'in Fransız defansı)


Senin bu karede ne işin var Mesut?

Başbakan rahatsızlandı, ameliyat oldu ya, herkes sıraya girdi. Benzer şeyler daha önce de başbakanın annesi ölünce olmuştu. Bakıyoruz, iktidarın çocukları Arda Turan, Rıdvan Dilmen ve Acun Ilıcalı burada. İyi de benim anlamadığım Mesut Özil'in ne işi var burada? Şu anda İspanya'da yaşıyor, doğumunu bilmem ama Almanya'da yetişti, Alman Milli Takımı'nda oynuyor. Yani hiçbir çıkarı, bu kareye girecek hiçbir menfaat ilişkisi ve sebebi yok. O yüzden Mesut ne arıyor bu karede anlamadım... Bu arada, Emre Belözoğlu, Yıldırım Demirören, Adnan Polat gibi iktidarın futboldaki has çocukları nerede acaba? (Aşağıdaki fotoğraf da Beşiktaş-İBB maçından... YD'nin "taziye"den sonraki 2. olayı!)


Barcelona'nın büyük ayıbı!..

İspanya Kral Kupası'nda Barcelona'nın rakibi CE L'Hospitalet (tam adıyla Centre d'Esports l'Hospitalet) idi. Kendisi gibi Katalan bölgesinin L'Hospitalet de Llobregat şehrinin takımı. İspanya 2. Lig B Kategorisi'nde (3. Lige karşılık geliyor) mücadele ediyor ve takım 3. Grup'ta 33 puanla 3. sırada... Yani her 2 kulüp arasında dağlar kadar fark var. Aralarında 2 lig kademesi farkın dışında sıklet farkı da var. Birisi 6294 seyircilik sahada oynarken diğeri dünya çapında bir takım, en son da Japonya'da Dünya Kulüpler Şampiyonu oldu geldi. Yani ortada acayip derecede bir fark var, orantısız bir güç var... 

Neyse, turun ilk maçı 1-0 Barcelona lehine biterken Nou Camp'taki ikinci maç 9-0 gibi farklı bir skorla bitiyor. Ayıp, cidden ayıp! Zaten maçı Barcelona kazanacak, ki karşı takımın oyuncuları, teknik ekibi bile bırakın beraberliği, "3 farklı yenilsek bizim için başarıdır" diyecek konumda ama siz vurun abalıya misali 9 tane atıyorsunuz. Olay zaten, aşağıdaki videoda spikerin dediği gibi, Barcelona'nın yenmesi değil, kaç farklı galip geleceği...

Bazıları buna, "futbolda acımak yoktur, rakip kim olursa olsun atabileceğin kadar atarsın" diyecektir. Hatta Beşiktaş'ın Liverpool'a 8-0 yenilmesini, Fenerbahçe'nin Galatasaray'ı 6-0 yenmesini ve hatta  en son gerçekleşen, Manchester United'ın Arsenal'i 8-2 yenmesini filan gündeme getirecektir. Tamam, eğer rakibinizle aynı güce sahipseniz ya da yakın güçlerdeyseniz, aynı ligdeyseniz ve ayardaysanız, atarsınız ama belirttiğim durumda bu cidden ayıp. Neyi, kime ispat ediyorsunuz veya etmeye çalışıyorsunuz ki!



Bu durum bana 2002-2003 sezonunun 2. yarısındaki Kocaelispor-Beşiktaş maçını hatırlattı. Beşiktaş 5-0 öndedir ve daha fazlası için saldırmaktadır. O dönemki teknik direktör Lucescu müdahale eder. Rakibin zorda olduğunu, bu skorun yeterli olduğunu ve daha fazlasının rakibe ayıp olacağını belirterek, rakibine saygısından dolayı oyuncularından artık gol atmamalarını ister. (Hatta Lucescu'nun, maç esnasında yardımcısı Feyyaz Uçar'a "Söyle çocuklara, daha fazla atmasınlar, bu kadarı yeter. Rakibe ayıp oluyor." dediği rivayet edilir.)

"Kocaelispor zordaydı. Maçı kazanmak yeterliydi zaten. Rakibin zorluğundan faydalanmanın, 5-0'dan sonra daha da üstüne gidip, geri alınmayacak yaralanmalara sebep olmanın bir anlamı yoktu." Mircea Lucescu

23 Kasım 2011 Çarşamba

Beşiktaşlı'dan Irkçı, Irkçıdan Beşiktaşlı Olmaz

Bir önceki yazımda, Beşiktaş-Galatasaray maçına damga vuran olaylardan birinin de Galatasaraylı Eboue'ye yapılanlar olduğunu belirtmiştim. Konuyu ayrıca değerlendireceğimi belirterek bu yazıya taşıdım...

Evet, maça damga vuran olaylardan biri de Eboue'ye yapılanlar, sahaya atılanlar... Kuşkusuz bunlar hoş değil ama olay maçtan sonra çok faklı bir boyuta geldi. Eboue'nin, Beşiktaş taraftarının kendisine maymun dediğini iddia ettiği basında yer aldı. Olay bir anda futbolcuya tepkiden ırkçılığa dönüştü, maçtan da öte bir hâl aldı. Bu, üzerinde önemle durulması gereken bir konu.

Şunu ifade edelim, Eboue'ye söylendiği iddia edilen "maymun" veya benzer ifadeler için, Beşiktaş tribünlerinden asla böyle bir şey söylenmez, böyle ırkçı yaklaşımlar sergilenmez... Ha, eğer söylendiyse, bu kendini bilmez 3-5 taraftarın, Beşiktaşlı olamayacak olan Beşiktaş'ın yüz karalarının bok yemeleridir. Bu tip insanların Beşiktaşlıların arasında yeri asla ol(a)maz çünkü Beşiktaşlılar için "İyi bir insan olmak, iyi bir Beşiktaşlı olmaktan önce gelir."


Çarşı Grubu Irkçı Olabilir mi?

Olaya farklı bir yönden daha yaklaşalım... İspanya'da Barcelona'da forma giyerken Samuel Eto'o'ya ırkçı tezahüratlar yapılınca, Çarşı Grubu "Hepimiz Eto'o'yuz" diyerek konumunu belli etti. Onu geçtim, önceki gün Telegol'de Çarşı'nın lideri Alen Markaryan'ın belirttiği gibi tribün lideri bir Ermeni olan taraftar grubu nasıl ırkçı olur? Hepsinden öte, en sevdikleri futbolcu "Pascal Nouma" olan, zamanında Daniel Amokachi, Fani Madida gibi siyahî oyuncuları bağrına basan, her daim ırkçılık karşıtı olan bir kulüp ve taraftar grubu asla ırkçı olamaz. Irkçılık ile Beşiktaş, en son bile yan yana gelemeyecek iki kelimedir.

Burhan Akdağ Beşiktaş'ın Yüz Karasıdır

BJK TV'de Burhan Akdağ isimli, kim ve ne olduğunu bilmediğim birisi Eboue için şu ifadeyi kullanıyor: "Bu Eboue'ye bakın hafta içinde National Geographic'te çok sık görürsünüz." Bu ne şimdi? Bu açıkça ırkçılık değil mi, üstü kapalı bir şekilde maymun demek değil mi? 


Beyimiz bunun üzerine özür dilemiş ama özrü evlere şenlik! Kartal Bakışı'ndan alıntılıyorum:

Eboue hakkında söylenen sözler bana ait, canlı yayında söylediğim sözler. 9.30 gibi söyledim. Ben o programda konuğum. Daha önce de konuk olmuştum; maç öncesi ve sonrasında yorumlarda bulundum. Bu cümlenin anlamını her türlü yaparım...

National Geographic’i izlerseniz her şeyi görebilirsiniz. Dostlarım aradı keşke söylemeseydin dediler. Galatasaray büyük bir camia, yanlış anlamalarını istemem. Galatasaray camiasından özür dilerim. Bugün Beşiktaş camiasında bu konu hakkında bir şeyler konuşulmuş, olay kapatılmak istenirken bu kelimeler çıktı. Bu her türlü anlama çekebilirim. Sular ve çakmakla mücadele eden aslana da benzetebilirim. Ağzımdan zenci kelimesi çıkmadı. Aslanlar sahadaydı, çakmağı atanlar ayrı bir konu. Dediklerimden maymuna da benzetirler, yılana da benzetirler, aslana da benzetirler.

Galatasaray camiası ve Eboue’den özür dilerim. Bu sözlerden kırılanlardan özür dilerim. Öyle bir laf çıktı. Mahkemeye versinler problem değil, söylememem gereken bir laftı.

Bu ifade, Cem Yılmaz'ın deyimiyle "sıçtım, tüyü nereye dikeyim" demektir. Özrü kabahatinden büyük ya da şecaat arz ederken sirkatin söylemek denir bu ifadeye... Dediğim gibi, bu adamı tanımıyorum, kimdir, nedir, necidir onu da bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey var ki, eğer bu adamın kulüple ve/veya BJK TV ile doğrudan ya da dolaylı bir ilişkisi varsa derhal kesilmelidir. Beşiktaş'a yakışan ifade ve yaklaşım budur.


Her daim eleştirdiğimiz Başkan Yıldırım Demirören, ırkçılık ve Eboue konusunda örnek bir yaklaşım sergileyerek Galatasaray Başkanı Ünal Aysal'ı arayarak özür diledi. Aysal da konuyla ilgili olarak 3-5 kişinin yaptığının kulübe mal edilemeyeceğini belirtti. Ayrıca, maçtan sonra haklı bir şekilde sert ifadeler takınan Galatasaraylı blocular da ardından bunun kişileri bağlayacağını belirtti. Tüm Beşiktaşıları töhmet altında bırakan yaklaşımlarını değiştirdikleri için kendilerine teşekkürler...

22 Kasım 2011 Salı

Skoru Bırak Çarşı'ya Bak!

Önceki gün (20 Kasım) Beşiktaş ile Galatasaray İnönü Stadı'nda karşı karşıya geldi. Bu maç, Beşiktaş'ın bu sezonki 2., Galatasaray'ın ise ilk derbisiydi. Bilindiği üzere maç 0-0 sona erdi. Derdim maçın analizini yapmak değil, ki bu konuda televizyonlardaki, gazetelerdeki spor "ulemalarından" daha kaliteli yazan, daha kaliteli analizler-incelemeler yapan birçok site ve blog var. Oralara bakabilirsiniz...

Derdim maçı konuşmak değil dedim ama birkaç kelam etmek istiyorum... Maça baktığımızda, nispeten üstün olan taraf Beşiktaş'tı, hatta galibiyeti kaçıran taraf Beşiktaş'tı diyebilirim. Maçın ilk 20 dakikasındaki Galatasaray'ın üstünlüğünü kırdı ve rakibine, maçın sonuna kadar sürecek bir üstünlük kurdu. Hele 20-25. dakikadan sonra, canı isteyince oynayan Almeida-Quaresma-Simao üçlüsünün şovu vardı ki, bu şovdan gol çıkmaması büyük şanssızlıktı... 


Dakikaları bırakıp genele bakınca, her ne kadar Beşiktaş nispeten üstün olsa da ne Beşiktaşlıları ne de Galatasaraylıları memnun eden bir oyun vardı. Noat Samisa bu durumu şu ifadelerle güzel özetlemiş: 

Ülkenin futbol ortamının özeti hükmünde bir maç oldu. Her iki takım da geçen sezonu bu maça taşıdı, birer 'tarz sahibi takım' görüntüsü sahaya konulamadı.

Nasıl konulsun ki? Mevcut federasyon ve futbol "ulemaları" futbolu mahvetmiş, ortada oynanacak bir futbol bırakmamış. Bunun en bariz örneğini Millî Takım'da gördük! Buna ek olarak, "play-off" adı altında tamamen Digitürk'ün dayatmasıyla ortaya konan bir sistem var. Bu sistem tamamen dekoder satmaya yönelik bir sistem ve play-off maçları ayrı paket hâlinde satılacak! Play-off ile birlikte hedef artık Şampiyon olmak, Şampiyonlar Ligi'ne ya da en kötü ihtimalle Avrupa'ya gitmek değil "ilk 4'e kalmak" oldu. Digitürk'ün dekoder pazarlama işini, pardon, play-off'u savunma işini Beşiktaş Başkanı Y.D.'nin üstlenmesi ne acı!


Neyse, maça dönecek olursak... Maça aslında damgasını vuran şunlar oldu: Galatasaraylı Semih, Galatasaraylı Sabri ile Beşiktaşlı Necip'in sakatlıkları, deplasman yasağı, Almeida'nın verilmeyen golü, Çarşı'nın Van'a yardımı ve Galatasaraylı Eboue'ye yapılanlar... Son ikisine aşağıda değineceğimden ilk dördüne kısaca değineyim... 

  • Galatasaraylı Semih'in, takımının aldığı 1 puanda çok büyük bir emeği var, kuşkusuz maçın yıldızı diyebiliriz. İyi bir oyun ortaya koydu, hatta net golü önledi. İyi oynadı, başarılıydı.
  • Sabri ile Necip'in oyuna girmeleri ile çıkmaları bir oldu neredeyse. İkisi de kötü şekilde sakatlandı, yazık oldu.
  • Deplasman yasağı maça damga vuranlardan biriydi... Bir önceki derbi olan Beşiktaş-Fenerbahçe derbisinde bu yoktu ama bu maçta bu karar alındı. Kimse kimseyi kandırmasın, bu karar tamamen Fenerbahçe ile Trabzonspor'un birbirleriyle olan maçlarında olay çıkmaması için alınmış bir karardır.
  • Almeida'nın verilmeyen golüne gelirsek... Hakem bu kararıyla doğrudan sonuca etki etmiş, Beşiktaş'ın galibiyetini engellemiştir. Herkesin belirttiği gibi ben de pozisyonun net bir şekilde gol olduğunu düşünüyorum. Olmayan bir faul vererek golü saymadı. Halbuki, maçın ilk yarısında Beşiktaşlı Ernst'e  rakip ceza sahası içinde yapılan bir hareket vardı ki belirtilen faulün aynısıydı. Ona faul vermedi ama buna verdi!



Dakika: 65... Soyun!

Maçtan önce, Çarşı'nın Van'daki depremzedeler için yapacağı hareketin maça damga vuracağı aşikardı. Ki öyle oldu. Dakikalar Van'ın plakası olan 65'i gösterdiğinde, soğuğa rağmen üzerlerindekini çıkartarak çıplak kaldı ve sahaya attı Çarşı Grubu. Amaçları, bu hareketleriyle, "Van üşüyor biz de üşüyoruz" mesajı vererek depremzedelerin yanında olduklarını belirtmek, onlara yardım yapmak ve en önemlisi de "babalığını yapmayan Devlet Baba'ya" ve halka onların durumunu hatırlatmaktı. Yardımdan öte mesaj ve hatırlatmaydı yoksa yardımlar zaten maç öncesi toplanmış, kamyonlara yüklenmişti.

Aslında Çarşı'nın bu hareketi ilk değil. Daha önce de Fenerbahçe derbisinde yardım için atkıları sahaya atmışlardı ancak Çarşı'nın bu hareketi, "sahaya yabancı madde atmak" olarak değerlendirildi ve kulübe ceza verildi!


Tribünde, o soğuğa rağmen çırılçıplak kalan insanların yaptığı hareket futbol sömürgenlerini utandırdı mı acaba? Hani, onca para kazanmalarına rağmen ve üstelik Milli Takım forması altında çok matah işler yapmışçasına "şu kadar milyon dolar prim verirseniz şu kadarı Van'daki depremzedelere" diyen, yani "kendim için istiyorsam namerdim, sırf depremzedeler için" diye yaklaşım gösteren sömürgenlerden bahsediyorum. Utandılar mı acaba? Hiç sanmıyorum!

Ha bir de olayı pornografiye vardıran yaklaşımlar söz konusu. Hadi popülizm diye olaya yaklaşanları anlarım, ki zaten yukarıda olayın aslını açıkladık, ama pornografiye vardırmak, hakarete vardırmak, alay etmek kabul edilir değil. Kendileri yapamadığı için mi, kıskandıkları için mi yoksa fanatizm mi bilinmez ama hoş değil! Burası Kapalı yakalamış:


Not: Yukarıda bahsettiğim gibi Galatasaraylı Eboue'ye yapılanlar ya da diğer şekliyle ırkçılık konusu / iddiası da maça damga vurdu ve hatta şu anda maçtan da öte bir hâl aldı. Bu konuya, bir sonraki yazıda ayrı bir şekilde değineceğim...

Not 2: Beşiktaşlıların hazırladığı ama İnönü'de açılamayan pankartı: N.Ç. Ağladığında


12 Kasım 2011 Cumartesi

Bu Kalp Seni Unutmaz: Dr. Atsushi Miyazaki

Depremle iç içe yaşayan, depremi hayatlarının bir parçası sayan Japonya'dan 7.2'lik deprem mağduru Van'a yardım için gelmişti Dr. Atsushi Miyazaki. Japon Yardım Kurtarma Derneği üyesi olarak geldiği Van'da elinden gelen her türlü yardımı yapan Miyazaki, ortalığın durulduğu gerekçesiyle geri çağrılmasına karşın henüz işinin bitmediğini ve oradaki insanların ona ve onun gibilere ihtiyacı olduğunu belirterek çağrıyı reddetmiş ve kalmıştı ama maalesef 5.6'lık 2. depremde, "deprem geçti, artık bir şey olmaz, gidin evlerinize oturun", "artık deprem açısından en güvenli yer Van" sözlerinin ardından gelen depremde, "döşemeleri kaldırsak bina sahibine masraf olacaktı, o yüzden dışarıdan baktık" denilerek kontrol edilen otelin enkazında hayatını kaybetti... Hem de ironik ama "ülkesinde bu şiddette deprem olsa, uykusundan uyanmayacağı bir depremde" hayatını kaybetti...


Dr. Atsushi Miyazaki, enkaz altındaki cansız bedeniyle hepimizi üzdü, hepimizi utandırdı. Binlerce kilometre öteden, belki de dilini bilmediği insanların yaşadığı bu topraklara gelerek yardım için çabaladı ama biz ona, enkaz altında can verdirerek teşekkür ettik! Kimse buna kader demesin, bu bir kader değil!!!

Depremin iki simgesi vardı: Yunus Geray ve Azra bebek. Artık Dr. Miyazaki de 3. sembolü oldu depremin ve ayrıca da Ertuğrul Fırkateyni Faciası ile başlayan Türk-Japon ilişkilerinin de sembollerinden birisi oldu...

Şehitlik, inancımıza göre kutsal bir kavram ama ben, insanlık için çalışan bu yüce doktorun da insanlık şehidi olduğunu düşünüyorum... Miyazaki'nin ailesine, sevenlerine ve Japon halkına baş sağlığı diliyorum... O yüce doktora da Tanrı'nın rahmetini diliyorum... Onun adının hastaneye, caddeye verilmesi ve anıtının / heykelinin dikilmesi önerisini de destekliyorum. En azından bu şekilde ona teşekkür edelim, kadir bilir olduğumuzu gösterelim...


Japon Halkı

Dr. Atsushi Miyazaki'den bahsetmişken Japon halkından bahsetmemek olmaz... Van'da 7.2'lik deprem olunca birçok Japon, Türkiye'nin Tokyo Büyükelçiliği'ndeki posta kutusunu paralar ve notlarla doldurmuşlar. Ancak bu yardımlar, bizdeki gibi isim vererek, reklam yaparak yani görgüsüzce değil asil bir şekilde, isimsiz olarak  (bazılarında en fazla yaş, cinsiyet, şehir var) ve adeta "para bırakıp kaçarak" yapılmış. Bir de bu yardımlar yani posta kutusuna para bırakma hep sabahın çok erken saatlerinde oluyormuş, ki bu yardımı kimse görmesin. Olay, yardımdan utanma ya da "biri görürse rezil olurum, dalga geçer" anlayışından dolayı değil, bizim kültürümüzde olan ama tam tersi davrandığımız "yardım gizli olur", "sağ elin verdiğini sol el görmeyecek" anlayışından... E, dedik ya adamlar bizim gibi değil, Japonlar cidden asil insanlar...

Düşünün, adamlar Mart'ta 9.0 şiddetinde büyük bir deprem yaşıyor, adeta kıyametin provasını yaşıyorlar ama daha henüz o faciayı atlatamamışken, yaralarını saramamışken depremi yaşayan Türkiye'ye yardım ediyorlar... Türkiye'nin Tokyo Büyükelçiliği Basın Müşaviri Sinan Kürün'ün belirttiğine göre yapılan yardımlar 100 binlerce doları geçmiş ve halen yardım yağıyor... Japonya, devlet olarak da Türkiye'ye Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı aracılığıyla 30 milyon Japon yeni (yaklaşık 400 bin ABD doları) ile çadır ve acil yardım malzemesi sağlamaya karar vermişti.


Atılan zarflardaki ve notlardaki mesajlardan bazıları:

"Ganbatte Türkiye (Başar Türkiye)" (5 yaşında bir çocuk)
"Depremden mağdur kalan insanlara, geçmiş olsun demek istiyorum. Mart'ta Japonya'da olan deprem sırasındaki yardımlarınıza bir Japon vatandaşı olarak teşekkür etmek isterim."
"Van depreminde hayatlarını kaybedenlerin yakınlarına en derin taziyelerimi iletir, depremden etkilenen herkese geçmiş olsun demek isterim. 11 Mart'ta yaşanan Japonya büyük felaketinde ülkenizden bir sürü yardım malzemesi ve bağış katkılarınızı almıştık. Teşekkür ederiz. Bu sefer ise ben size yardımcı olmak istedim." (Erkek, Fukuşima'da yaşıyor.)
"Öncelikle başsağlığı diliyorum. Aynı yılda aynı kıtanın iki farklı ucunda büyük felaketin olmasına çok üzgünüm. Mesleğim öğretmenlik (lisede dünya tarihi) olduğundan ülkenizin tarihi, Türk insanların cesaretini, Atatürk'ün büyüklüğünü de iyi biliyorum. En kısa zamanda mağdurların hayatının normal hale gelmesini diliyorum ve iki ülke arasındaki dostluğunun daha da gelişmesini diliyorum."
"Meiji döneminden itibaren sürdürülen iki ülke arasındaki dostluk ve İran-Irak Savaşı sırasında Tahran'daki Japonları kurtardığınız için, Vakayama eyaletinden biri olarak teşekkür etmek istiyorum. 2008 yılında ise Sayın Cumhurbaşkanınızın ziyaret etmesi de bizi çok sevindirmiştir. Geçmiş olsun."
"Van'da meydana gelen depremin çok büyük hasara yol açtığını öğrendim. Bir Japon vatandaşı olarak, oradaki kurtarma operasyonları ve durumun normal hale gelmesi için yardımcı olmak istedim."
"Miktar az ama deprem mağdurları için kullanılırsa sevinirim. Hasarın daha büyük olmamasını diliyorum."

Bir de son olarak, deprem ve yardımlarla ilgili bir şey belirteceğim. 7.2'lik depremden sonra Japonya'nın Ankara Büyükelçisi Kanal 24'teki bir programa katılmıştı. Söz dönmüş dolaşmış ve deprem sonrası yapılan yardımlara gelmişti. Hatırlayacağımız üzere Van'daki yardımlar sırasında izdihamlar olmuş, yağmalamalar ve hatta kavgalar olmuştu ancak Japonya'daki deprem sonrasında ise bunların tam tersi bir şekilde herkes düzenli bir şekilde sıraya girmiş, hiçbir sorun çıkmamıştı. Sunucu bunu sorduğunda Japon büyükelçisinin cevabı manidardır. Yorumsuz olarak aktarıyorum:

"Japonlar için sabır ve disiplin çok önemlidir. Japonya'da insanlara ilkokuldan itibaren bunların eğitimi verilir, sabır öğretilir, sabırlı olması, disiplinli olması öğretilir. Deprem sonrası yapılan yardımlar sırasında insanlar sıraya girmiş ve hiçbir taşkınlık olmamıştır çünkü Japonlar birbirine güvenir ve Japonlar bilir ki, sıranın en sonunda olsa bile, yapılan yardımdan kendisine de bir pay kalacak, kendisi de o yardımdan faydalanacaktır."

10 Kasım 2011 Perşembe

10 Kasım

"O büyük insan yalnız Türkiye için değil, bütün doğu milletleri için de en büyük önderdi."
Afgan Kralı Emanullah HAN

Bugün 10 Kasım, Atamızın 1938'teki ebediyete göçüşünün 73. yıldönümü. Bir hüzün günü... Atamız Mustafa Kemal Atatürk'ü, onun yaptıklarını, değerini anlatmaya sayfalar yetmez... Kendisini hiç görmedik, hatta vefatından birkaç 10 yıl sonra dünyaya geldik ama şu var ki onun ülkesinde yaşamaktan, böyle büyük bir insanı yetiştiren ulusun bir ferdi olmaktan hep gurur duydum... 


Eğer Atatürk'ü gerçekten çok seviyor ve gerçekten onun "izinde" isek, onu artık kuru laflarla anmaktan vazgeçmeli, onun vasiyetini yerine getirmek için çalışmalıyız. Artık "Atatürk olsaydı" laflarını bırakmalıyız, kendimize bakmalıyız. O, Tanrı'nın bu ulusa bir nimeti, bir hediyesi olarak, ömrünü ulusuna adayan bir insan olarak tarih sahnesinde yerini aldı, artık bedenen gelmeyecek. Gökten bir kurtarıcı beklermişçesine onu beklememeliyiz, onun yerine biz artık çabalamalıyız, ki zaten bir kurtarıcı beklemek bile onun vasiyetine, anlayışına aykırıdır... Artık bu ve her 10 Kasım’da, 29 Ekim’de, vs. ona bağlılık yolunda yeminler ederken, eserlerini koruyacağımız ifade ederken, gerçekten onun fikirlerini-eserlerini nasıl yaşatacağımızı, onun gibi bir insanın yetişememesinin nedenlerini düşünmeli ve yetiştirmenin yollarını aramalıyız.

"Benim üzüntüm iki türlüdür; önce böyle büyük bir adamın kaybından dolayı bütün dünya gibi üzgünüm. İkinci üzüntümse bu adamla tanışmak konusundaki şiddetli isteğimin gerçekleşmesine artık olanak kalmamış olmasıdır."
ABD Başkanı Franklen D. Roozwelt

Bugün bizim için hüzün günü, anma günü... Ama biliyorum ki birilerinin de kutlama günü, sevinç günü... Kimseye onu anlatacak değilim, ki zaten "o anlatacaklarım" da O'nun değerini bizden iyi biliyorlar!!! Yalnız şunu belirtmem gerek, Atatürk eğer diktatör idiyse, hangi diktatör ölmünün üzerinden 70 yıldan fazla bir süre geçtiği halde büyük bir minnet ve özlemle anılıyor?


30 Ekim 2011 Pazar

Hürriyet Gazetesi'nden Büyük Rezalet

Türk Basınının "amiral gemisi" olarak adlandırılan, bir nevî gazetecilik okulu olarak görülen Hürriyet Gazetesi, 30 Ekim 2011 tarihinde büyük bir rezalete imza attı. Gazetenin hazırladığı "Türkiye'nin en etkili 10 ismi" listesinde PKK terör örgütünün lideri Abdullah Öcalan'a da yer verildi.


Gazetenin, "4 Yüz" olarak adlandırdığı Enis Berberoğlu, Ertuğrul Özkök, Sedat Ergin ve Ahmet Hakan bir araya gelmiş, Time Dergisi'nin hazırladığı "dünyanın en etkili 100 ismi" listelerine bakarak kendilerince "Türkiye'nin en etkili 10 ismi" listesini hazırlamışlar. Üzerinde uzunca düşünmüşler, hepsi kendilerince listeler hazırlamış ve sonra da bunlardan 10 isim seçmişler.

Aslında listeye bakmaya, kimler var diye düşünmeye gerek yok. Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Fethullah Gülen, Ahmet Davutoğlu listenin ilk 4 sırası, ki bu listeden Gülen ve Erdoğan dördünün de hazırladığı listelerde var, yani ortak kanaat. Bir nevî selam durma, iktidara ve güç odaklarına selam çakma... Listenin geri kalanı ise kısmen daha makul, bir kişi hariç: Abdullah Öcalan. Evet, bu ekip Abdullah Öcalan'ı da listeye almış! Bir de üstüne "nasıl yapabiliyor" diye sormadan, "bizim hatamız, beceriksizliğimiz, basiretsizliğimiz" diyemeden, eleştiremeden, "Adam hiç Kürtçe bilmediği hâlde bir Kürt örgütünü yönetiyor, hem de hapisten." diyebiliyorlar.

Yıllarca Bekaa'ya gidip Abdullah Öcalan ile röportaj yapmak için kuyrukta bekleyen, örgütü sempatik göstermek isteyen, "ama biraz empati, onların da haklı olduğu yerler var" diyenlerin geldiği son noktadır bu... O ekibe sormak isterim, acaba ABD'de en etkili isimler listesine Usame bin Ladin'i koyuyorlar mı ya da İsrail'de Hamas lideri Halit Meşal'i? Siz orada olsanız böyle bir şeye kalkışabilir miydiniz? Madem Time Dergisi'ni taklide kalktınız, neden o zaman 100 kişilik bir liste hazırlamadınız, yoksa hazırlayamadınız mı? Madem RTE, Abdullah Gül, Fethullah Gülen, Abdullah Öcalan'a yer verdiniz, onların şefleri Obama'ya, CIA başkanına neden yer vermediniz? İnanın "alternatif liste" olarak verdiğiniz listelerdeki Cem Yılmaz, (kendisini pek sevmesem de) Acun Ilıcalı gibi isimler bu listeye girmeyi daha çok hak ediyor.

Bu, gün geçtikçe gücünü, servetini, elindeki kanal ve gazeteleri kaybeden Aydın Doğan medyasının son çırpınışlarıdır. Twitter'de oluşan "Hürriyet Gazetesi'ni kınıyoruz" hareketinin gerçekleşmesini ve somuta dönmesini umuyorum. Bu rezalet ile ilgili olarak, Twitter'da hazırlanan alternatif listelerde kendisine yer verilen Hürriyet Gazetesi köşe yazarı Yılmaz Özdil'de gözümüz. Onun ne yapacağını bekliyoruz ve merak ediyoruz... "4 Yüz"e son olarak tavsiyem şu ki, onlar bu tür şeylerle, bu tür listelerle kasmasınlar, onlar gene şarap, Nişantaşı, seks gibi konuları yazmaya devam etsinler!

29 Ekim 2011 Cumartesi

Cumhuriyetimiz 88 Yaşında!

"Hürriyeti kulluğa, taş çatlasa satmam." Mevlana Celâleddin Rumî

Bugün 29 Ekim, 1923'te kurulan Cumhuriyetimizin 88. yılı ya da diğer deyişle Cumhuriyetimiz 88 yaşında...  Herkesin Cumhuriyet Bayramı'nı kutluyorum... Tanrı'nın Türk Ulusuna bir armağanı olduğunu düşündüğüm Mustafa Kemal Atatürk'e ve arkadaşlarına binlerce kez teşekkürler. İnsanları kulluktan birey olmaya, vatandaş olmaya yükselten bu değerli insanları, Tanrı'nın, cennetinin en güzel köşesine koymasını diliyorum...


Kimseye Atatürk'ü de, Cumhuriyet'i de, onların değer ve nimetlerini de anlatmaya niyetli değilim. Aslında bunları anlatmak istediğimiz o insanlar, Atatürk'ün de, Cumhuriyet'in de önemini, değerini ve nimetlerini bizden daha iyi biliyor, halk arasındaki deyimle "gavur gibi biliyorlar" ama işlerine gelmiyor, çıkarlarına ters düşüyor. Onlar, Atatürk düşmanlığı yapıyorlar, Cumhuriyet'i eleştiriyorlar ama onlar sayesinde bu konumda olduklarını, onlar olmasaydı bu yaptıkları ihanetleri yapamayacaklarını çok iyi biliyorlar. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı özellikle devletin zirvesine yerleşti, bu değerleri asıl onların savunması gerekirken en büyük düşmanlığı onlar yapıyorlar, Atatürk'ün bu devletin ve toplumun mayası olduğunu bal gibi bilmelerine rağmen Atatürksüz bir devlet oluşturmaya çalışıyorlar. Yeni anayasa sevdasıyla ve "Hedef 2023" ile o yöne doğru gidiyorlar.

Kendimize dönersek, Cumhuriyetimizin 88. yılını kutluyoruz ama bu kutlamayı hak ediyor muyuz ya da ne derece hak ediyoruz? Ülkede birlik kalmamış, dinî cemaatler cirit atıyor, ülke tarikat çöplüğüne dönmüş, bölücüler devleti tehdit ediyor, din ve devlet başta olmak üzere her tür kavram kişisel çıkarlar için sömürülüyor. Toplumsal hayat böyleyken ülkenin ekonomisi IMF'ye, iç-dış siyaseti ABD'ye ve AB'ye endekslenmiş, gıdası bile tohumlar aracılığıyla İsrail'e endekslenmiş, bağımsız hiçbir şeyi kalmamış, ülke resmen adı bağımsız olsa da kendisi bağımlı olmuş. Böyle bir ortam ile nasıl kutlayabiliriz Cumhuriyet'i? 

"Kanımca her geçen gün onun üzerine düşünerek, tartışarak demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin ne demek olduğunu daha iyi anlıyoruz." demiş İpek Aral Kişioğlu, Kaynağım İnsan sitesinde. Ben İpek Hanım gibi iyimser olamayacağım, eğer anlasaydık bu hâlde olmazdık, eğer anlasaydık elimizden böyle kayıp gitmezdi Cumhuriyetimiz, tam tersi daha sıkı bağlanırdık.

 
Kabul etmemiz gerekir ki bu sene biraz buruk kutluyoruz Cumhuriyet Bayramı'nı. Sebepleri malum, özellikle son dönemdeki asker, polis, sivil onlarca şehit ve Van'daki deprem faciası... Sebeplerin her biri acı, her biri kötü ama hiçbiri Cumhuriyet Bayramı törenlerini iptal etmek için geçerli değil, tam tersine birbirimize daha da fazla sarılmamız için bir sebeptir.

Bu sene deprem bahane edilerek törenler iptal edildi ama ortada şöyle bir ilginç durum var: Şehitler olunca, deprem olunca diziler devam ediyor, Acun program yapıyor, konserler, maçlar, eğlenceler devam ediyor ama her ne hikmetse Cumhuriyet Bayramı törenleri iptal ediliyor! Böyle bir durumda da bayramı kutlamak isteyenlerin yaptığı törenler, yürüyüşler, Zaytung'da "korsan gösteriler" olarak tiye alınıyor ama maalesef de bu konuma düşüyor. İşin ilginç bir diğer noktası ise özellikle deprem nedeniyle törenleri iptal ettiren "devlet büyüklerimiz" kendi özel eğlencelerine devam ediyor, eş-dostlarının düğünlerine gidiyor, çeşitli resepsiyonlara katılıyor, ki bunlardan birisi de 2 gün önceki Hürriyet Daily News Gazetesi'nin 50. Yıl Resepsiyonu idi.

Artık kimse yutmuyor bu "deprem oldu, acımız var, o yüzden tören yapamayız" laflarını. Bunun adı düpedüz yasaktır. 1937 yılında, ağır hastalığına ve doktorların karşı ısrarına rağmen "halkın morali bozulur, kutlamalar olacak ve ben gideceğim" derken Atatürk, biz bu törenleri iptal ediyoruz. Hadi onu geçtim, hangi ülke ulusal günlerini ve kutlamalarını bu gibi sebeplerden dolayı iptal ediyor?.. Bu  iptal konusunu TKP çok güzel açıklamış: "Siyasî iktidar, "Cumhuriyet'i bitirdik" kutlaması düzenlemekten çekinmiştir." Bu konuda aslında yazacak çok şey var ama İstanbul'un Bitleri blogu çok güzel açıklamış konuyu, katılmamak elde değil:

ABD'de Özgülük Anıtı'nın 125. yılının kutlandığı bir dünyada, varlıklarını borçlu oldukları Cumhuriyet'ten rahatsız olan ve o Cumhuriyet'i kuranlardan nefret edenlerin yönettiği bir ülkede yaşıyoruz maalesef!

İki yıl önce Cumhuriyet Bayramı törenlerine, provokatör oldukları gerekçesiyle "Atatürkçü Düşünce Derneği"nin alınmaması ilk adımdı!

Demokrasiyi, hedeflerine giderken araç olarak kullananların son hamlesidir bu!

24 Ekim 2011 Pazartesi

Kelimeler Düğümleniyor Boğazımda

Ülke olarak, halk olarak çok zor zamanlardan geçiyoruz. Ne desem, ne yazsam bilemiyorum. Aşağı yukarı son 2 haftadır ülke olarak gündemden gündeme geçiyoruz. Daha 2 hafta önce gündem Deniz Feneri ve Beşir Atalay bağlantısı idi. Arkasından ÖTV zamları geldi. Tam onu konuşurken 24 şehitle beynimizden vurulmuşa döndük. O hengamede Deniz Feneri sanıkları serbest bırakıldı, nice başka şeyler de şehitlere kilitlenmişken yapılıverdi. Bunlar yetmemiş gibi de Van 7.2 ile sarsıldı dün (23 Ekim 2011) saat 13.41'de. 

Eğer Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız olaylar çok hızlı gelişir. Sabah olmuş bir olay akşama eski bir olay gibi gelebilir, bir gün öncesinde olmuş bir olay, bir gün sonrasında sanki üzerinden 1 yıl geçmiş gibi tarihî bir hâl alabilir.

Daha önceden yazdığım bir yazıda aynen böyle yazmıştım. Yukarıdaki paragrafta yer alan, sadece son 2 haftada yaşadığımız olaylar bunu göstermiyor mu? Her bir olay, her bir gündem maddesi, hakkında ayrı ayrı  ve uzun uzun konuşulacak, yazılacak konular. Yine Türkiye gibi gündemin hızlı değiştiği, yeni gündem maddesinde eskisinin hemen unutulduğu bir ortamda, yukarıdaki gündemlerden hangisini yazmaya niyetlendiysem hep bir sonraki olay meydana geldi, yazının konusu da gündemle birlikte değişmek zorunda kaldı. Bu vesileyle, son gündem olan deprem faciası ile başlayıp yukarıda bahsettiğim konularda geriye doğru gitmeyi düşünüyorum.

23.10.2011 - 13.41 - Van 7.2

Çok değil, daha 5 gün önce (19 Ekim) büyük bir facia yaşamıştık, Hakkari'de 24 şehit verilmişti. Ondan bir gün önce ise Bitlis Güroymak'ta 8 şehit vardı. (Sonradan yaralıların da vefat etmesiyle sayı 10'a çıktı.) Gündem, şehitlerdi, terördü, askerdi. Konuyla ilgili şeylerdi ama sanırım bu facialar yetmemiş olacak ki daha büyük bir facia meydana geldi: Deprem!



Deprem konusunda ne yazsam, ne söylesem faydasız. Şunu baştan belirteyim, deprem konusunda akademik / bilimsel bilgilere sahip değilim, onun da ötesinde büyük bir deprem yaşamadım. (1999 Gölcük ve Düzce depremlerinde Almanya'daydım.) O yüzden, dikkat ederek yazmaya çalışacağım... Yine şunu da belirtmeyi uygun görüyorum: Hayatımda Van'a gitmedim hiç, yani şehir olarak Van'ın bende ve ailemde öyle özel bir yeri yok. Sadece, öğretmen olan eski ev arkadaşım askerlik görevini "öğretmen asker" olarak Van'da yaptı, üniversitede lisans eğitimim sırasında da Vanlı olan 2 arkadaşım vardı. Hepsi bu...


Daha dün sabah yani deprem sabahı Radikal Gazetesi, Van'ı ve Van Gölü'nü "Asıl afet devletmiş" başlığıyla manşete taşımıştı. "Afet, devleti vurmaz" başlığıyla verdiği haberde aynen şöyle diyordu: "Van Gölü kıyısındaki 6 mahalle 'sular yükseliyor' diyerek afet bölgesi ilan edildi. Vatandaş taşındı. Ardından buralara kamu binaları yapıldı." Kaderin cilvesi mi desek bilmiyorum, bu haberi gördüğüm ve okuduğum dakikalarda deprem oldu Van'da.

Haber internete bomba gibi düştü ve dün öğle vakitlerinden itibaren tek gündem, konuşulan, tartışılan tek şey deprem... 2 paragraf üstte belirttiğim gibi deprem konusunun bilimselliğine girmeyeceğim ama "benim de diyeceklerim var" babında bir şeyler ifade etmeye çalışacağım...

Yardım

Önce yardım konusuna girelim. Yardımlarınızı şu şekilde yapabilirsiniz:

  • 2868'e boş mesaj göndererek (Kızılay - 5 TL) 
  • AKUT yazıp 2930'a göndererek (AKUT - 5 TL)

    Hiçbir şey yap(a)masanız da mesajlar ile maddî yardım yapabilirsiniz. Burada şu uyarıyı yapmak gerekiyor; maddî yardımlarınızı sadece Kızılay ve AKUT ile yapın, onun dışında kimseye / hiçbir kuruma bulaşmayın, onların dışında hiçbir kurumla para göndermeyin. Sahtekârlara, sömürücülere karşı uyanık olalım. Bu konuda, dünden beri çok güzel bir hareket ve AKUT ve Kızılay dışında kimseyle para gönderilmemesi konusunda güzel bir kampanya var... İlerleyen gün ve haftalarda, çeşitli kişi ve kuruluşlar, bu depremi fırsat bilerek yardım adı altında para toplayacaktır, camilerde para toplanacaktır. Aman diyorum, bilmediğimiz, güvenmediğimiz, yerine ulaştıracağı konusunda emin olmadığımız kişi ve kurumlar aracılığıyla para yardımında bulunmayalım, AKUT ve Kızılay'dan şaşmayalım.


    Yardım demişken, AKUT ve Kızılay ilk andan itibaren güzel bir şekilde çalışıyor, halk da yardım ediyor. Ancak konu Somali, Libya, Filistin, vs. olunca harekete geçen kişi ve kuruluşlar, konu ülkemiz ve halkımız olunca her zamanki gibi sessiz, hiçbirinin sesi çıkmıyor, çıkmadı şu ana kadar. Neredeler acaba? Adlarını anmak istemediğim derneklerin kimisi bu depremi halen görmedi, kimisi de sessiz ve cılız bir şekilde bu faciaya yer veriyor. Bu şekilde, yardımseverlikleri, vatanseverlikleri ve samimiyetleri de sınanmış oluyor!

    Para yardımları dışında malzeme yardımı da yapabilirsiniz. Bu konuda yine güvendiğiniz kişi ve kurumlar ile yollayın eşyalarınızı ve "güvenilirse" yerel yönetimleriniz aracılığıyla yapın. Van Depremi ile ilgili kurulan http://vandepremi.com/ sitesinde ihtiyaç duyulan malzemeler ile il il yardımların toplanma merkezi belirtilmiş. Malzeme yardımında, paketin üzerine, içinde ne olduğunu yazdığınız takdirde tasnifi ve dağıtımı hızlanacaktır. Malzeme yardımını 2 şekilde yapabilirsiniz:

    • http://vandepremi.com/ sitesindeki toplama merkezleri ile (yerel yönetimler). 
    • Bireysel olarak... Bunun için, kargo şirketleri (Yurtiçi, MNG, PTT, Sürat, Aras Kargo) veya Van'a giden otobüs şirketleri (Bitlis Taç, Van Gölü, Best Van, Van Gölü Turizm) ile yardımlarınızı ücretsiz olarak gönderebilirsiniz. Bunun için gerekli adres: Van Merkez Belediye Garajı Kriz Masası.

      Deprem ve Türkiye

      Türkiye olarak deprem kuşağında olan bir ülke olduğumuzu hiçbir zaman unutmamalıyız. Unutmamalıyız ama maalesef hep olunca aklımıza geliyor deprem ve depremden sonra gene kulağımızın üstüne yatıyoruz, ki ancak bir sonraki depremde uyanıyoruz yeniden. Bu maalesef ülkemizin deprem gerçeği ve bir gerçek daha var ki şimdi, bilgili-bilgisiz herkes deprem uzmanı, deprem yorumcusu kesilir. Tabiî bir de bu depremin magazin kısmı olacak maalesef.


      17 Ağustos 1999 depremine dair söylenen bir söz vardı "7.4 yetmedi  mi?" diye. (Yeni Asya Gazetesi'nin "İlahi İkaz" karikatürü ile benzer yorum bu deprem için de yapıldı.) Her ne kadar o sözü söyleyenler ile benim söylemem arasındaki sebepler farklı olsa da ben de aynı şeyi söylüyorum: "7.4 yetmedi mi?" Hatta ekliyorum: "7.2 de mi yetmedi?" Deprem için ne zaman önlem alacağız, deprem gerçeğini ne zaman öğreneceğiz? Ne zaman düzgün binalar yapacağız, ne zaman halk olarak deprem konusunda bilgi sahibi olacağız? Tamam, depremi önleyemeyiz ama sonuçları için ne zaman "neden?" diye soracağız? Japonya aynı şiddette ve hatta daha şiddetli depremlerde yay gibi sallanıyor ama maaşallah adamlarda hiçbir şey olmuyor. Ne doğru dürüst bir bina hasarı ne de doğru düzgün bir can kaybı. Halbuki bizde biraz şiddetli bir depremde her yer dümdüz oluyor, ki bu sadece Van için değil İstanbul, İzmir dahil her ilimiz için geçerli. Maalesef hiçbir ilimiz depreme tam olarak hazır değil, herhangi bir ilde yaşanacak bir deprem benzer facialara yol açacaktır. Ölü sayısından bahsetmiyorum bile. Bu 7.2'lik depremde bile (yüzeye yakın olduğu için hissedilen 9) şu anda ölü sayısı 300'e yaklaştı (an itibariyle 279 ve bunların 22'si öğretmen) ve 1000'i bulması ve hatta geçmesi bekleniyor, ek olarak da binlerce yaralı. Bu konuda, depremin gündüz olması ile avunmaya çalışıyoruz.

      Devam ediyorum sorularıma... Kaçımız deprem anında ne yapılacağını biliyoruz ve yine kaçımız enkaz altında kaldığımız anda ne yapacağımızı biliyoruz? Kaçımız enkaz kaldırma ve kurtarma faaliyetlerini, ilk yardımı biliyor? Ne zaman bu ülkede okullara "doğal afetler ve ilk yardım" dersi (sadece deprem değil) konulacak? (Bu ders hem doğal afetleri ve hem de sadece afetler için değil genelde ilk yardım konusunu içermeli. Ek olarak sınıflardan bağımsız olarak, ilkokuldan itibaren lise bitene kadar her sene konmalı.)

      Depremlerin sonucu için herkeste suç var. Uğraşmak istemeyen ve "Benim belediyede adamım var." diyerek torpil arayan ev sahipleri ve müteahhitlerde, işini düzgün yapmayıp 3 kuruşluk rüşvete tav olup "olur" veren görevlilerde, ev alırken gerek binanın zeminin nasıl olduğunu ve gerekse de binanın depreme dayanıklılığını araştırmayan insanlarda ve de bu konularda hiçbir şey yapmayan devlette suç var. Hükümetin gayrıresmî müteahhidi Ali Ağaoğlu "zamanında inşaatları deniz kumundan yapardık" açıklamasını yapıyor ama ilginçtir devlet de halk da hiçbir şey yapmıyor:

      "Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. İstanbul konut inşaat sektörünü en iyi bilen isimlerden biri olarak söylüyorum ki; mevcut yapı stoğunun yüzde 70'i deprem açısından güvenli değil. 1970'li yıllarda İstanbul'un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları Marmara Denizi'nden demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul'a ordu bile giremez, ölen şanslıdır."

      Ortada bir itiraf var. Bir mütehhit yaptığı binaları, nasıl zengin olduğunu ve vurdumduymazlığı itiraf ediyor bu açıklamayla. Buna rağmen bir tepki, hakkında bir işlem yok, tam tersine inşaatlarına devam ediyor, ilgi görüyor. Bu açıklama ve vurdumduymazlıktan sonra kimse kalkıp da şu kadar kişi öldü, şu kadar kişi yaralandı diye gözyaşı dökmesin.

      Bu devlet Libya'ya 300 milyon dolar gönderiyor, halbuki bu para ile bu ülkede çok şey yapılabilir. (Sonra da açığı, zamlarla halktan karşılıyorlar.) En azından bu depremle ilgili bir şey yapılabilir. Devlet ve yardım demişken bugün Başbakanlık, kendisine bağlı olan Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) aracılığıyla yardım kampanyası başlatıyor. Bu vesileyle, devletliğini yapmayıp hantal davranarak vatandaştan yardım toplayan bir devlet oluyor.

      Devlet demişken oradan devam edelim. Şu ana kadar birçok ülke Van'daki deprem için arıyor, geçmiş olsun dileklerini iletiyor, yardım teklif ediyor. Bu konuda ilk arayan ve yardım teklif eden ülke, zorla düşman olmaya çalıştığımız İsrail oldu. Ardından da ekonomisi çökmüş Yunanistan oldu. İlginçtir, ülke olarak çok önem verdiğimiz Filistin'den, Libya'dan yani genel olarak Araplardan ses yok. Ancak bu konuda ilginç gelişmeler de oluyor, Başbakanlık olarak yardım kampanyası başlatarak halktan yardım toplayan, talep eden devlet, "güçlü görünmek için" İsrail, İspanya, Almanya başta olmak üzere yardım teklif eden ülkelerin tekliflerini reddediyor. Gel de çık işin içinden! Bunun mantığını anlamaya çalışıyorum ama bulamıyorum! Neyse ki kardeş ülkeler Azerbaycan ve Pakistan yardım teklif etmeden doğrudan gelip çalışmalara başladılar. İyi ki teklif etmediler yoksa onlar da reddedilirdi.


      Devlet kanalından devam edelim yine... Bu devlet, 17 Ağustos 1999'daki depremin ardından bir vergi koydu: Kamuoyunda "Deprem Vergisi" diye bilinen ancak daha sonra kapsamı da genişletilerek yasalaşan Özel İşlem Vergisi ve Faiz Vergisi. (Lady İmam'ın blogunda bu vergi ile ilgili güzel ve açıklayıcı bir yazı var.) Geçici ve hatta bir seferliğine çıkartılmıştı bu vergi ama geçici değil kalıcı oldu, kemikleşti. İşte bu verginin ya da kesintilerin bugün 30 milyar TL'yi (hatta bazı iddialara göre 40 milyar TL'yi) aştığı söyleniyor. İşte tam da bu noktada şu soruları sormak farz oluyor: Nerede bu paralar, bu paralara ne oldu ve neden şimdi deprem bölgesinde kullanılmıyor? Lady İmam'ın sorduğu gibi bu paralar harcandı mı ve nereye harcandı?

      Depremin Gösterdikleri

      İktidar partisi AKP'nin Vanlı Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik Van'daki çalışmaları konusunda Kızılay için "sınıfta kaldı" yorumunu yapıyor. Somali konulu yazımda da belirttiğim gibi Kızılay konusunda ortada bir şeyler dönüyor, ortada bir yolsuzluk var. Kızılay Başkanı Tekin Küçükali, Somali kampanyaları başlarken istifa ediyor. Deprem gerçeği ve Kızılay'ın durumu gösterdi ki yardım kuruluşları nemalanılacak, siyasî otorite kurulacak yerler değil. Bakın ihtiyaç hâlinde bir şey yapılamıyor.

      Depremin gösterdiği başka şeyler de var. Yukarıda belirttiğim gibi okullara "doğal afetler ve ilk yardım" dersleri konulmalı, afetler için güçlü, donanımlı, bilgili ekipler yetiştirilmeli, var olanların da sayısı artırılmalı. Bugün ülkede boş olan her yere mantar gibi yeni binalar dikiliyor, ki bu binaların, dairelerin sayısı ihtiyaçtan fazla. Plansız-programsız bir yapılaşma bu. Bu konuda bilinçli, planlı-programlı bir politika güdülmeli, eski ve dayanıksız-çürük binalar güçlendirilmeli ya da yıkılmalı. Kanal İstanbul gibi ucube projelerden vazgeçilmeli.


      Son olarak belirtmek istediğim bazı hususlar var... Yukarıda belirttiğim gibi konu Filistin, Somali, Libya yani Araplar söz konusu olunca sesleri çıkan, yardımlara koşanlar şu anda ortalıkta yoklar. Her zaman belirttiğimiz gibi bu ülkenin insanlarının 1 Filistinli kadar değeri olmadığı anlaşıldı.

      Halk yardım ediyor, edecektir ama aynı şeyi iktidar mensuplarından ve yandaşlarından da bekliyoruz. Örneğin o camiadaki kadınlar artık birkaç bin dolarlık çantalar, yüzükler takıyor, camia mensupları ve yandaş işadamları her fırsatta zenginliklerini vurguluyorlar. Onlar neden ortalıkta yoklar? Yandaş ve yalaka şarkıcı, oyuncu, sunucu, vs. ekibe ise hiç girmiyorum bile! Şimdi saklandılar ama bir süre sonra yine piyasaya çıkacaklardır.

      En son olarak... İnternette ırkçılığa, faşistliğe varan yorumlar yapılıyor depreme dair. Bu tür şeylerden kaçınalım. Siyaseti sonra yine yaparız. Her zaman bu ülkenin her insanının da her şehrinin de aynı olduğunu söylüyoruz. Şimdi bunu göstermemiz gerek... Irkçı, faşist yorumları yapanlar ancak bir avuç insan. Şu anda ülkenin her yerinden Van'a yardım yağıyor, halk kenetlenmiş durumda. Bu halk kenetlendiğini , bilik olduğunu, bir olduğunu gösterdi yine. İşte bu vesileyle, teröre ve bu ülkeyi bölmek isteyenlere en güzel cevap veriliyor...

      Not:  Depremle ilgili olarak Google "Kişi Bulucu" adında çok güzel bir uygulamayı devreye soktu.

      Not 2: Depremin ardından Van'daki hapishaneden 150 kişi firar etti ancak bunların 50'si, ailelerinin durumunu gördükten sonra geri döndü. Komedi filmlerini aratmayacak bu olay, deprem konusunda yüzümüzü biraz gülümsetti.

      Not 3: Depremin ardından bölgeye ilk elini uzatan kurum, her fırsatta yıpratılmaya çalışılan TSK oldu. Bir taraftan Kuzey Irak'ta operasyon yapan ve PKK ile mücadele eden TSK, diğer bir taraftan da Van'da depremzedelere yardım elini uzatıyor.

      15 Ekim 2011 Cumartesi

      Kapitalizm İşte Budur!!!

      Geçen sene yayınlanan bir reklam vardı, bu sene aynı reklamın tekrar yayına girdiğini gördüm ve bugün o reklamı yazmak istedim. Bahsettiğim reklam da şu: Renault Megane Sport Tourer.

      Reklama konu olan marka ve üründen bahsetmeyeceğim. Konu da zaten o değil, konu verilen mesajda. Ne diyor reklamda? "İhtiyacım yok ama istiyorum!" Hah, işte kapitalist sistemin insanlara aşıladığı nokta bu; "İhtiyacının olup olmaması önemli değil, sen al" ya da "İhtiyacın olmasa da al!" Kapitalizm bunu diyor ve buna dayanak olarak da insanın fıtratında yer aldığını iddia ettiği "doyumsuzluk" kavramını kullanıyor. Maalesef haksız ve başarısız olduğunu söyleyemiyoruz zira hemen hemen hepimizin evinde "bir gün lazım olur" ya da "fazladan bulunsun" dediğimiz ama neredeyse hiç kullanmadığımız ya da çok az kullandığımız nice eşya var, giysi var. İsraf bunlar!!!

      Bu reklamda da onu diyor, "İhtiyacın yok ama sen gene de al!" ve "Her şeyin bir nedeni olması gerekmez." diye de ekliyor. Binmişsin, binmemişsin ya da depoyu doldurmuşsun filan hiç önemli değil, önemli olan mal satılsın, çok satılsın ve kapitalist çark dönsün, kapitalizm işlesin, kapitalizm kazansın...



      Not: Yukarıda görüldüğü gibi reklamın Türk ve yabancı versiyonu var. Zaten yerli versiyon da yabancının uyarlaması... Bir Fransız markasının İngilizce reklam çektiğini ve Türkiye'de de kendine özgü yeniden çekildiğini (dublaj değil) düşünürsek, bu reklamın aynı senaryoyla birden fazla ülkede, her ülkenin kendine uygun yapısı içinde çekildiğini düşünüyorum.

      Not 2: Reklamın yabancı versiyonunda satıcı, arabayı isteyen adama karşı şöyle bir ifade kullanıyor: "You met a girl on the internet and she has 2 kids and a big dog." (İnternetten bir kadınla tanıştınız ve onun 2 çocuğu ve büyük bir köpeği var.) Sanırım bu ifade yerli versiyonunda uygun görülmemiş olacak ki satıcı, "2 küçük yeğeniniz var ve bütün oyuncaklarını toplayıp her yaz size geliyorlar." diyor.

      10 Ekim 2011 Pazartesi

      Yıldırım Demirören: Beşiktaşlıları Utandıran Adam!!!

      Yıldırım Demirören... Beşiktaş taraftarıyla, camiasıyla bir türlü yıldızı barışmayan Beşiktaş'ın başkanı. Nedenlerine gelince, saymakla bitmez. Şu bir gerçek ki Yıldırım Demirören (YD) ismini duyup da hakkında olumlu konuşan Beşiktaşlı sayısı azdır, giderek de azalmaktadır...


      Şimdi bu konuda en başa gidelim... Serdar Bilgili, 1992 yılında Süleyman Seba yönetimindeki Beşiktaş Yönetim Kurulu'na seçildi ve böylece onun Beşiktaş'taki yöneticilik görevi başladı. 1992-98 yılları arasında Beşiktaş Yönetim Kurulu'nda görev yapan Bilgili, 2000 yılındaki başkanlık seçimini kazanarak kulübe başkan oldu. Daha önce kulüpte 6 sene gibi bir süre çeşitli görevlerde yöneticilik yapan Bilgili, başkanlığının ilk döneminde (2 yıl) pek fazla bir başarı gösteremedi. Buna rağmen 2002'deki seçimlerde oyların yarısından fazlasını alarak yeniden başkan seçildi. 2. dönemi gösterdi ki aslında başkanlığının ilk dönemi, başkanlık görevi açısından bir acemilik, bir altyapı dönemiydi, zira 2. dönemi çok farklı bir tablo içeriyordu. İlk dönemindeki başarısızlıklarından ders çıkaran, yanlışlarını gören ve de acemiliğini üstünden atan Serdar Bilgili iyi işler çıkartıyordu, üstelik bu dönemin Beşiktaş'ın 100. yılına denk gelmesi ise ayrı bir olaydı. Bu dönemde, öyle bir takım, öyle bir sistem kurulmuştur ki çeşitli branşlarda başarılı olmuştur Beşiktaş. Futbol takımına baktığımızda ise tüm sezon boyunca tek yenilgi alarak şampiyon olmuş, ertesi sezon ise ilk yarıyı kayıpsız atlatmıştır, ki bu 51 maçta 1 yenilgi anlamına geliyordu. 100. yıldaki (2002-2003 sezonu) güzel, etkili ve başarılı futbol uzun sürmedi, süremedi maalesef. 101. yılın ilk yarı sonunda en yakın rakibi Fenerbahçe'nin 11 puan önündeydi (Fenerbahçe'nin 1 maçı eksikti çünkü Çaykur Rizespor maçında çift sarıdan kırmızı çıkmayınca kural ihlalinden maç iptal olmuş ve 2. yarının başında yeniden oynatılmasına karar verilmişti), Avrupa'da da çeyrek finalin kapısından dönmüştü Beşiktaş ama operasyon uzakta değildi. Maraton programında Şansal Büyüka ve Erman Toroğlu "Beşiktaş'ın önünü kesmek gerek, yoksa bu ligin tadı kalmaz. Kimse sonucu belli olan ligi izlemez ve bu gidişle hepimiz aç kalacağız." türünde, görünürde espili ama gerçekçi yorumlar yapmıştı... 25 Ocak 2004'te İnönü'de oynanan, 2. yarının ilk maçı olan Beşiktaş-Samsunpor maçıyla operasyon başlamıştı. Bu maçta Cem Papila 5 kırmızı kart göstermiş ve Beşiktaş hükmen yenik sayılmıştı. Operasyon lig sonuna kadar devam etti. O maça kadar geride kalan 51 maçta 1 yenilgi alan takım, sonraki 17 maçta doğru dürüst, hele hele neredeyse 2 maç üst üste galibiyet alamıyordu. Sonuçta Fenerbahçe 11 puan geriden geldi ve açık farkla şampiyon oldu. Herkes Beşiktaş'ın olumsuz durumunu Samsunpor maçındaki 5 kırmızıya bağlıyordu ama bir operasyon olduğu gözümüzün içine sokarcasına ortadaydı...

      YD'ye gelirsek... YD'nin o dönemdeki durumu ve yaptıkları da dikkate değerdir. Serdar Bilgili yönetimindeki kulüpte Futbol Şube Sorumluluğu görevinde bulunan ve 100. yıldaki şampiyon ekipte yer alan YD, 11 Kasım 2003 günlü açıklamasında istifayı düşünmediğini ve başkan Serdar Bilgili'ye bağlılığını bildirirken, 13 Kasım 2003 günü ise başkanlık için önünü açmak üzere (Tesisler Komitesi Başkanlığı ve Futbol Komitesi Üyeliği görevlerini yürüten yönetici ve aynı zamanda eniştesi olan (kız kardeşinin kocası) Kıvanç Oktay ile birlikte) istifasını sunmaktadır. Bu dikkate değerdir çünkü operasyon saha içinden önce kulüp içinde başlamış ve bunun için de YD seçilmiştir. Kulüp için 24 Nisan 2004 tarihi önemlidir zira o günkü Fenerbahçe maçında Beşiktaş tribünlerinden Başkan Serdar Bilgili'ye ve özellikle de kızına organize bir şekilde küfredilmiştir. Küfredenler de öyle sıradan insanlar değildir, localardan, kombine alanlardan ve VIP'ten küfür gelmiştir başkana ve kızına. Bu küfürlerin ise YD tarafından organize edildiği ve YD tarafından küfür ettirildiği iddiaları mevcuttur. Başkan Bilgili istifa kararı almış, bununla birlikte teknik direktör Lucescu da ayrılık kararı almıştır. Yaprak dökümü gerçekleşmekte, istifalar birer ikişer gelmekte, operasyon işlemektedir. (Türkiye benzer bir durumu daha önce, 2002'de, siyaset arenasında yaşamış ve o dönem iktidardaki DSP'den başını İsmail Cem'in çektiğ ekip istifa etmiş ve istifalar sonucu parti dağılmıştır. Her ne kadar parti halen varlığını devam ettirse de o gün, o dönem siyaseten rahmetli olmuştur.) 


      Beşiktaş'ın onurlu, dürüst, temiz ve başarılı başkanı Serdar Bilgili ve yönetimi istifa etmiştir. Başta Divan Kurulu Başkanı Şeref Nasır olmak üzere Divan Kurulu üyeleri ve Beşiktaşlılar Serdar Bilgili'nin kulübün başından gitmemesini istediler ama olmadı. Seçim kararı alındı. Tarihler 6 Mayıs 2004'ü gösterirken bir isim başkanlığa adaylığını koydu. Sürpriz olmayacağı üzere bu isim: Yıldırım Demirören. 30 Mayıs 2004 tarihindeki seçimde Fikret Orman'ın 162 oy önünde seçimi kazanarak başkan seçilmiştir. (YD: 3272, Fikret Orman: 3110, Erol Kaynar: 218, Affan Keçeci: 210) Kulübün 32. başkanı olan YD ve asbaşkan olacak olan eniştesi Kıvanç Oktay 30 Mayıs 2004 tarihinde başa geçmiştir. Belki o dönem, 100. yıldaki şampiyonluğun ve o ekipte bulunmalarının hatırına Beşiktaşlılarca olumlu karşılandı YD'nin başkanlığı ancak ilerleyen süreçte bu olumlu durum yerini olumsuzluğa, pişmanlığa, üzüntüye, kızgınlığa ve hatta nefrete bıraktı.

      YD'nin Başkanlık Serüveni

      Yukarıdaki giriş kısmını uzun ve belki de gereksiz bulanlar olacaktır ama Beşiktaş'la ve YD ile ilgili bazı gerçekleri hatırlatmak ve yazının geri kalanının da altyapısını oluşturmak için koydum. Neyse... 2004'te YD'nin başkan olmasıyla adeta tamamlandı operasyon. YD'nin başkanlığı sonrası nedense hiç gündeme gelmedi, araştırılmadı 2003-2004 sezonunda yapılan operasyon, Beşiktaş'ın şampiyonluğunun elden gitmesi. Ancak sorumlusunun başta olduğu düşünülünce bunun neden yapılmadığı da anlaşılıyor. İlginçtir, baş sorumlu YD 29 Mart 2005'te, TBMM Araştırma Komisyonu'na bilgi veriyor ve "kaçan şampiyonluğun araştırılmasını" istiyor. İstiyor istemesine ama ne kendisi kılını kıpırdatıyor bu konuda ne araştırma yapıp peşine düşüyor ne de komisyonu zorluyor. Futbol terimiyle tribünlere oynuyor. Yine bu dönemde ilginç bir şekilde, 18 Kasım 2005'te istifa edeceğini ve başkanlığını bırakacağını açıklayan YD, aynen Serdar Bilgili döneminde yaptığı gibi çark ederek, sadece 2 gün sonra, 20 Kasım 2005'te vazgeçtiğini ve Ocak 2007'ye kadar kalmaya karar verdiğini açıkladı.


      Serdar Bilgili'nin saat gibi işleyen kaliteli ekibi yavaş yavaş bozuldu. Üstüne üstlük "parayla saadet" olacağını düşünen ve "neyse parası veririz" mantığıyla hareket eden bir ekip ve anlayış oluştu Beşiktaş'ta. Hesapsız ve isabetsiz yapılan transferler, kontrolsüz harcanan paralar, gereğinden fazla ödenen transfer ücretleri ve tazminatlar damgasını vurdu. Mesela bir türlü istikrarı yakalayamayan ve istenen başarıyı sağlayaman Jean Tigana'nın tazminatı yüzünden gönderilememesi, CAS'ın verdiği Vicente Del Bosque ve yardımcılarına tazminat ödenmesi kararını örnek verebiliriz. Transferde ise düşüncesizce ve gereksizce yapılan transferleri örnek verebiliriz. Ancak bu transferler içinde birisi var ki ona değinmeden edemeyiz: Tabata transferi. Tabata'yı 8 milyon Euro'ya Gaziantepsor'dan transfer etti ve şu ana kadarki en pahalı transfer konumunda. Bu transfer haklı olarak çok eleştirildi ve sonuç ortada! Tabata şu anda Beşiktaş'ta yok...

      YD, Beşiktaşlılarca "ne zaman gidecek" diye gözünün içine bakılan bir isim. Kulübün karanlık ismi Sinan Engin varken gitmesi gereken kişi sayısı 2 olarak görülüyordu, o istifa edince "kaldı 1" denildi.  Mustafa Denizli geldi bu sayı 2'ye çıktı, o gitti tekrar 1'e düştü. Ne yazık ki bu sayı hiç 0 olmadı!


      Bir dönem eski Fenerbahçelileri toplayan YD'yi bugün "Guti, Quaresma gibi dünya yıldızlarını getiriyor" diye sevenler, övenler olabilir ama ortada kalıcı bir başarı olmadıktan sonra yıldızları getirmenin anlamı yok. Üstelik Metin, Ali, Feyyaz, Rıza, Recep, Mutlu gibi adamlar bulamadıktan, yetiştiremedikten sonra yıldızları getirmek ancak günü kurtarmak, tribünlere oynamak ve gereksiz transfer harcamalarına girmektir.

      Bugün kulübe baktığımızda, kulüp YD'nin elinde adeta Milangazspor'a dönmüş vaziyettedir. Kulübün 25 Eylül 2011'deki Divan Kurulu Toplantısı'nda yapılan açıklamaya göre 30 Haziran 2011 itibariyle toplam borç 357 milyon lira iken YD'ye olan borç 85 milyon liradır. Yani borcun 4'te 1'i YD'yedir, üstelik yeni transferler ve harcamalar yani 30 Haziran sonrası dahil değildir bu tabloya.

      Bugün YD Beşiktaş için "atsan atılmaz satsan satılmaz" bir duruma gelmiştir. Kulübün YD'ye olan borcu bu konuda en önemli etkendir. Bu konuyla ilgili olarak YD'nin 8 Ocak 2010 tarihli "Seçimi kaybedersem paramı alırım. Hele hele seçilen kişi kötü niyetliyse kongrenin ertesi günü alırım." şeklinde beyanatı da mevcuttur. Bu demektir ki kulüp tamamen YD'nin şahsına ve keyfine endeksli hâldedir. Buradaki "kötü niyet"ten kastın ne olduğu ise tamamen YD'nin kendi şahsî ve keyfî kanaatine bırakılmıştır.

      Şike Operasyonu

      Kuşkusuz, Türk Futbolu için 3 Temmuz 2011 tarihi önemli bir tarih çünkü bu tarihte şike operasyonu başlatılmıştır. Şunu kabul edelim ki operasyon özelde Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım endekslidir ama Beşiktaş da Serdal Adalı, Tayfur Havutçu ve Ahmet Ateş ile birlikte buna dahil edilmiştir. Bu konuda bazı şeylere ilerleyen yazılarda değinmeyi düşünüyorum. Bunun dışında, konuyla ilgili bazı hususlara bir önceki yazımda değindiğim için burada tekrar değinmeyip işin Beşiktaş kısmına değineceğim kısaca. 

      13 Temmuz 2011 günü Beşiktaş'tan Asbaşkan Serdal Adalı, Teknik direktör Tayfur Havutçu ve Ahmet Ateş ile birlikte İstanbul Büyükşehir Belediyespor'dan futbolcular İbrahim Akın ve İskender Alın tutuklandı. Bu tutuklamanın gerekçesi ise 2010-2011 sezonu Türkiye Kupası finalinde yapılan şike olarak ifade edildi. Bu durumun ortaya çıkmasıyla birlikte Beşiktaş taraftarı adeta organize olmuş bir şekilde "eğer böyle bir şey varsa biz bu kupayı istemiyoruz", "eğer şike varsa, pislik varsa bizi düşürün" şeklinde YD'nin vurguladığı ama bir türlü gösteremediği "Beşiktaşlı duruşu"nu gösteriyordu. Çok açık ve net olarak Beşiktaşlılar bunu sahiplenmiyor ve eğer pislik varsa kupanın iadesini ve hatta bir alt lige düşürülmeyi istiyorlardı. Fenerbahçelilerin "ligin marka değeri", "Fenerbahçe'nin önemi" gibi yaklaşımlarına karşın Beşiktaşlıların bu duruşu çok dikkat çekti ve takdir topladı. Öyle ki, Beşiktaşlı olmayanlar bile çok takdir ettiklerini ve "Beşiktaşlı duruşu dedikleri sanırım bu." şeklinde yorumlarını beyan ediyordu. Bu durum daha sonra Çarşı'nın meşhur manifestosuna yansıdı ve ardından da gelen tepki ve talepler üzerine YD, "aklanana kadar" 2010-2011 Türkiye Kupası'nı federasyona iade etti.


      YD'nin kupayı iadesinin getirdiği bazı hususlar ya da soru işaretleri var, bunu belirtmem gerek. YD burada Beşiktaşlıların sesine kulak vererek kupayı iade etmiştir. Tabiî burada şunları sormak gerek:

      1- YD'nin kupayı iadesi gerçekten takdir edilecek, örnek alınacak bir davranış mıdır?
      2- YD'nin kupayı iadesi kuşkusuz alkışlanacak bir husustur ancak kupayı iadesine rağmen getirisi olan UEFA'ya katılmıştır. Bu sebeple, kupayı iadesi tribünlere oynanan bir oyun mudur, bir dalavere midir, ucuz kahramanlık mıdır?
      3- Beşiktaş adına YD, kupayı iade ederken aynı operasyonda şaibeli olan Fenerbahçe, Beşiktaş'ın yaptığını yapmayarak 2010-2011 Türkiye Ligi Şampiyonluk Kupası'nı iade etmemiştir. Bu durumda, Fenerbahçe'nin kupayı iade etmediği bir durumda Beşiktaş'ın ve YD'nin kupayı iadesi, en hafif tabirle saflık mıdır?

      Bu soruları sormak gerekir. Kuşkusuz bunlardan saflık diyen de çıkacaktır, ucuz kahramanlık diyen de, takdir edilecek bir davranış diyen de. İlginçtir, kim ne derse desin, bu hususta herkes kendi açısından haklıdır.

      Şike operasyonunda ilerleyen süreçte YD'nin tutumu ve davranışları ilginçtir. Öncelikle şunu belirtmem gerekir, teknik direktörü, yöneticisi, vs. şikeye, şaibeye karışıyorsa ya da en azından bu konuda iddialar varsa, en azından kulüp başkanı olarak YD'nin de ifadesi alınmalıydı, ancak ilginçtir bu aşamada hiçbir şekilde YD'nin ifadesine başvurulmamıştır. YD, bu süreçte içerideki Beşiktaşlıları savunacağı yerde onları dışlamış, TFF'ye, TFF'nin gizli patronu Digiturk ve Lig TV'ye ve de mevcut siyasi iktidara yaranma ve hatta yalakalık yoluna gitmiştir. Bu hususta, kendisi ve Aziz Yıldırım'ın yerine başkan seçildiği Kulüpler Birliği'nin, yayıncı kuruluş Lig TV'nin açıkça isteği ve direktifi olan "play-off sistemini" savunması dikkate değerdir. (Lig TV, play-off maçlarını ayrı paket hâlinde satacağını açıklamıştır!) Beşiktaş Başkanlığı'nın yanı sıra artık Kulüpler Birliği Başkanlığı unvanları da bulunan YD'ye bu unvanlar yetmemiş olacak ki Digiturk'un fahri dekoder satış-pazarlama elemanlığı görevini ve unvanını da üstlenmiştir. Bu hususta, 24 Ağustos 2011 tarihinde yaptığı şu açıklama dikkate değerdir (Bu işin ayrıntılarını Noat Samisa çok güzel açıklamış. Okumanızı öneririm):

      ''...Futbol ailesinin tek amacı vardır; yere düşmüş olan futbolumuzu ayağa kaldırmak. Bu her futbolseverin de birinci vazifesidir. Maç fazlalığı, derbi maçların fazla oynanması, bu canlılığı tekrar geri getirecektir. Kişiler geçicidir, kulüpler kalıcıdır; herkesin dekoder alarak kulübüne sahip çıkması gerektiğine inanıyoruz.''

      Yıldırım Demirören - 24 Ağustos 2011


      Siyasî İktidarla İlişkiler ve Bardağı Taşıran Son Damla: Taziye Mesajı

      Gelelim zurnanın zırt dediği, bu yazının yazılmasına ve başlığın atılmasına sebep olan kısma... Bu kısımda şunu belirtmeyi uygun görüyorum: Burada siyasî iktidar derken tabiî ki mevcut AKP iktidarını kast ediyorum. Eğer AKP iktidarı yerine başka bir iktidar ya da YD yerine başka bir başkan ve yönetim olsaydı gene de aynı şekilde eleştirilerimi belirtirdim...

      YD'nin siyasî iktidarla ilişkisi hiçbir zaman kötü olmamıştır, YD de hep iyi ve diri tutmak için çabalamıştır. Bunun sebebi Beşiktaş için stad projesi olduğu kadar YD'nin şahsî işleri ve iş dünyasındaki konumuyla da ilgilidir. YD bu hususta, sırf iktidara yaranmak ve iktidar ilişkileri için bir ara eski İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu'nun oğlu Murat Aksu'yu yönetime almış ve ona 2. Başkanlık görevini vermiştir. Sonradan Murat Aksu ile anlaşamamışlar ve Murat Aksu ayrılmıştır, o ayrı konu...


      YD'nin yaptığı son hareket ise bardağı taşıran son nokta olmuştur. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın annesinin vefatı dolayısıyla, Beşiktaş adına kulübün resmî sitesinden taziye mesajı taraflı tarafsız herkesin dikkatini çekmiş, "Demirören ne yapıyor" ve "yalakalığın bu kadarına da pes" dedirtmiştir:

      Kıymetli Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın annesi Tenzile Erdoğan'ın vefatı beni, ailemi ve camiamızı derinden üzmüştür.

      Türkiye Cumhuriyeti'nin muasır medeniyetler seviyesine yükselmesi hedefinde büyük işler başaran, son yılların en büyük ekonomik yükselişinin mimarı olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ı bizlere armağan eden, vefakâr annelerimizden Tenzile Erdoğan'a Allah'tan rahmet, Erdoğan ailesine ve yakınlarına başsağlığı dilerim.

      Yıldırım Demirören
      Beşiktaş JK Yönetim Kurulu Başkanı

      "Ne muasır medeniyeti, ne ekonomik yükselişi!" gibi konulara girmeyeceğim burada ama böyle bir taziye olmaz. "Taziye mesajı yayınlamasın mı, yayınlayamaz mı?" diye soran çıkabilir. Yayınlar, yayınlayabilir tabiî. Burada söz konusu olan yayınlaması değil, içeriği. Eğer normal bir taziye mesajı olsaydı, yani yalakalık kısımları olmasaydı kimse bir şey demezdi, diyemezdi. Ha eğer YD ille de böyle bir taziye yayınlamak istiyorsa bunu şahsı adına, ailesi adına, o da olmadı şirketi adına yayınlayabilirdi ama Beşiktaş adına kabul edilebilir değil bu. Beşiktaş YD'nin malı ya da çiftliği değil, kendi işleri ve keyfî işleri için kullanabileceği bir yer değil...  

      YD'nin taziyeden öte her şey içeren taziye mesajı çok tartışıldı ve haklı olarak da çok eleştirildi, eleştiriliyor sözlüklerde, forumlarda, bloglarda ve Beşiktaş sitelerinde. Herkes kendince fikrini, yorumunu, tepkisini belirtiyor, hatta "Ortadoğu'nun Sultanı gibi ifadeler yok" diye dalga geçiliyor ya da "8-0'lık Liverpool yenilgisi bile bu kadar utandırmamıştı." şeklinde yorumlar yapılıyor ama bu konuda Burası Kapalı Ailesi'nin, benim de altına imzamı atabileceğim, cevap niteliğinde bir mesajı var ki yayınlamadan geçemeyeceğim:

      Kıymetsiz Başkanımız Yıldırım Demirören yüzünden Beşiktaş ilkelerinin vefat etmesi, Burası Kapalı ailesini ve camiamızı derinden üzmüştür.

      Beşiktaş Kulübünün mahalli ruhunu görmezden gelerek camiayı vahşi kapitalizmin adeta esiri haline getiren, saçma sapan transferlere cebinden saçtığı milyon dolarla kulübü borç bağımlısı haline getiren, kulübümüzün ahlaki değerlerine tarihin en büyük çöküşünü yaşatan, şike ve teşvik primi cezaları hafiflesin diye Kulüpler Birliği Başkanı sıfatıyla Bakanlık kapılarını aşındıran, iktidarda olan bir siyasi lidere yaranmak için şahsi acı ve kayıplarını kullanmakta beis görmeyen ve bu sömürüye Beşiktaş resmi internet sitesini ve camiasını alet etmekten çekinmeyen Yıldırım Demirören sebebiyle hakkın rahmetine uğurladığımız koca çınar Beşiktaş asaletine, tarafsızlığına, dürüstlüğüne, kimsenin adamı olmama vasfına Allah’tan rahmet ve büyük Beşiktaş taraftarına başsağlığı dileriz.

      Saygılarımızla,

      BURASI KAPALI AİLESİ


      Burası Kapalı Ailesi'nin yayınladığı mesajın bir benzeri de Önce Beşiktaş tarafından yayınlandı hem resim (yukarıdaki) hem de yazılı olarak:

      Başkan yine abarttı!

      Başbakanımızın annesinin vefatı üzerine kulübümüzün resmi sitesinden başkanımız adına yayınlanan başsağlığı mesajı amacını aşıp siyasi propagandaya dönüşmesini hayretler içinde okuduk.

      Beşiktaş JK hiçbir siyasi düşünceye hizmet etmeyip her düşünce ve görüşe eşit mesafede olması gerekirken başkanımızın bunu hiçe saymasını kendini öne çıkarmasını tarihimize kara leke olarak yazdık.

      YD'yi artık tanıyamıyoruz. Nerede o 100. yılımızdaki YD, nerede bugünkü YD! Şu anki hâli açıkça utandırmaktadır, yerin dibine sokmaktadır, yalakalıkta sınır tanımamaktadır. YD'nin derdi artık Beşiktaş değil, derdi kendisi, ailesi ve cebi... Ancak şunu belirtmem gerekir ki eğer olur da başkanlığı bırakırsa AKP milletvekilliği hazır gibi görünüyor ya da en azından onun altyapısını yapıyor. Ayrıca ihaleler ve de iş hayatındaki çeşitli iş ve girişimleri için de koruma kalkanını hazırlamış bulunuyor... Beşiktaş'ta birçok yönetici, teknik ekip geldi geçti ama YD'nin kendisi bir türlü gidemedi!!!

      Son olarak şunu demek istiyorum: Beşiktaş'ta YD bir türlü gitmedi, gidemedi. Galatasaray, Adnan Polat faciası yaşadı ve kurtuldu. Şu anki başkan Ünal Aysal'ın bu konulardaki durumunu tam bilmediğimden o konuda bir şey diyemem ama Fenerbahçelilere başkanları Aziz Yıldırım'a sahip çıkmalarını öneriyorum. Aziz Yıldırım iyidir kötüdür o ayrı bir konu ama eğer YD ya da Adnan Polat türü bir başkan istemiyorlarsa başkanlarına sahip çıksınlar çünkü Fenerbahçe'de de bu türde bir başkan ve yönetimin olması çabası var.

      Not: YD'nin icraatlerine ve açıklamalarına ayrıntılı bir şekilde BJK Online'dan, Donanım Haber Forumundan ulaşabilirsiniz.

      Not 2: Kuşkusuz ölüm, yüzü soğuk bir kavram. Hiç sevmediği bir kişinin ölüm haberinde bile insanın içini burukluk kaplıyor, ister istemez bir hüzün kaplıyor... Ben de, her ne kadar kendisinin muhalifi olsam da, yalakalıktan uzak ve samimi bir şekilde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a başsağlığı diliyor, annesi Tenzile  Erdoğan'a da Allah'tan rahmet diliyorum... Her ne kadar yeri olmasa da bu cenaze vesilesiyle başbakanın, hürriyetlerinden yoksun bıraktığı insanların ve ailelerinin, bir türlü cenazelerine gitmediği ve görüşmek için de randevu vermediği şehitlerin ailelerinin durumlarını anlamasını umuyorum. Yine bu sebeple "ananı da al git" lafını düşündü mü merak ediyorum. Toparlarsak aslında dünyanın fani, hayatın ve gereksiz mücadelelerin yalan, kralın aslında çıplak olduğunun farkına varmasını umuyorum.

      Not 3: Aslında ilk başta yazının başlığını "Yıldırım Demirören: Nam-ı Diğer Bay Yalaka!" koymuştum. Sonra ise bunun ağır olduğunu düşündüm ve değiştirmeyi uygun buldum.

      ShareThis

      Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...