27 Ocak 2012 Cuma

Fransa'nın İnkar Yasası'na Dair

Fransa'nın "'Ermeni Soykırımı Yoktur' demek suçtur" şeklindeki İnkâr Yasası üzerine birkaç kelam etmek gerek. Aslında bu konuyla ilgili twitter ve facebook'ta düşüncelerimi ifade ettim, burada onları derleyeceğim. Şahsî ifadelerimle birlikte, şahsen bana ait olmayan ama katıldığım ve paylaştığım ifadeler (retweetler) ile yeni bazı şeyleri belirteyim... Yazıyı, klasik yazı mantığından çok maddelemeye benzer bir şekilde yayınlıyorum...

Adana Demirspor'un Pankartı

-Yasa ilk olarak 22 Aralık 2011'de Fransa Meclisi'nde kabul edildi. Ardından da 23 Ocak 2012 tarihinde, meclisin kabul ettiği yasa Fransız Senatosu'nda kabul edildi. Bu ara ne kadar da uzun geldi Türkiye'ye, halbuki topu topu 1 ay vardı arada. Aslında meclisten geçen yasa, üzerinden henüz 1 hafta bile geçmeden unutulmuştu... Daha önce bir yazımda kullandığım şu sözü, sanırım hep kullanacağım: "Eğer Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız olaylar çok hızlı gelişir. Sabah olmuş bir olay akşama eski bir olay gibi gelebilir, bir gün öncesinde olmuş bir olay bir gün sonrasında sanki üzerinden 1 yıl geçmiş gibi tarihi bir hâl alabilir."

-Herkes sanki hiç beklenmeyen bir olay ve karar gibi kalakaldı. Halbuki bu oylama, bu yasa ve bu karar beklenen, bilinen bir şeydi. Hamasi nutuklar ve şovlar dışında neden bir şey yapılmadı?

-"Zenciler Fransa formasına yakışmıyor", "Arap ve siyahi oyunculara altyapıda kota olmalı" diyen, Romanları sınır dışı eden Sarkozy değil mi? Kimse de kalkıp "Sarkozy, sen daha dün ülkendeki Roman vatandaşlarını sınır dışı ettin." demedi, diyemedi...

-"Biz bu şekilde gidersek, Afrika'nın en ilkel kabilesi bile bizi soykırımcı ilan eder." diyordum yıllar önce. O yöne doğru gidiyoruz.

-Önce İsviçre'nin ve şimdi de Fransa'nın tutumu ile "Ermeni soykırımı"nda tanıma bitti, "yoktur" demenin suç olması başladı. Yani Türkiye'ye tur bindiriliyor.

-Herkes diyor ki "bu oylama Ermeni oyları için". Doğrudur, ancak sorgulanması gereken bir şey var: Neden Türkler bu denli güçlü olamıyor ve oy için bir potansiyel yaratamıyor? Çünkü oradaki Türkler, aynen diğer Avrupa ülkelerindeki gibi, yaşadıkları ülkenin vatandaşı değiller ve isterse sayıları milyonları bulsun, vatandaş olmadıkları ve oy kullanamadıkları için varlıklarının hiçbir değeri yok. Diğer taraftan ortaya bir de Ermeni-Türk lobisi meselesi çıkıyor. Ermeniler birlik olup sağlam bir lobi faaliyeti yürütebilirken Türklerin, her yerde olduğu gibi, birlik olamadıkları ve bir lobi kuramadıkları görülüyor. Amerika'daki Türk lobisinin de aslında Yahudi asıllılar tarafından yürütüldüğünü göz önüne alırsak, bu konuda çok yaya kaldığımız ve aslında öyle çok da umursamadığımız ortaya çıkıyor.

-İsrail-Filistin meselesini ve Filistin'in sorunlarını, Filistin'e yardımları, vs. "iç piyasada" rant, şov ve oy için kullananların kalkıp da "bu oylama Ermeni oyları için" demesi çok komik kaçmıyor mu?

En altta, kırmızı ile işaretli kısıma dikkat!

-Aslında söylendiği gibi "güçlü, vazgeçilmez" bir ülke olsak, başımızda da adam gibi bir siyasî irade olsa böyle bir yasa gündeme alınmaz, alınsa da geçmez. Geçti diyelim, bu sefer de yaptırımları olur, tepki gösterilir, yanına bırakılmaz. Ancak bunu yapacak bir siyasî irade yok maalesef ülkemizde... Aslında onların da pek derdi değil bu yasa ve bazı konularda işlerine gelir. Çünkü bazı şeyler, "cambaza bak" mantığınca kamuoyu bir tarafa bakarken, kanalize olmuşken onlar başka şeylerle meşgul olurlar, ki bu durum, ülkemin siyasî ve toplumsal düzleminde çokça görülen şeylerdir... 22 Aralık'ta Fransız Meclisi'nden İnkar Yasası geçerken, TBMM'de emekli vekil maaşlarının görüşülmesi ve %100 zam yapılması, cumhubaşkanının Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu'na "Atatürkçülüğü hakaret sayan" Zaman Gazetesi yazarı Prof. Dr. Mümtaz'er Türköne'yi ataması bir tesadüf olsa gerek!

-Elçi çekmekle bu işler olmaz (Sonra zaten gerisin geri dönmüştü Fransa'ya). Başbakan şimdi işi daha da büyüterek "Bir daha Fransa'ya gitmem." diyor. Aman, Eyfel yıkılıyor. Fransa korkmuştur şimdi bu tepki karşısında!

-Siyasî iktidar, öyle göstermelik, şov amaçlı tepkiler göstereceğine adam gibi bir boykot, tepki ve Fransa'nın Anayasa Mahkemesi'nde ve hatta AİHM'de dava açsa daha uygun bir hareket olur.

-Ne denmişti: "Bizim tarihimiz temiz, atalarımız soykırım yapmadı." Doğrudur, ancak bu lafı kullanan şahıs ve ekibi / zihniyeti, bundan bir süre önce Cumhuriyet döneminde devletin Dersim'de katliam yaptığını ve hatta soykırım yaptığını söylememişler miydi; (doğrudan adını söyleyemeseler de) Atatürk'ü diktatör, Sabiha Gökçen'i savaş suçlusu ilan etmemişler miydi? Peki, soruyorum, hangisi doğru? Buradan 2 şey çıkıyor: Birincisi, Dersim'de soykırım filan yok, bunlar hep siyasî rant ve şov amaçlı çarpıtmalar. İkincisi ise bunlar tarihimiz derken Osmanlı'yı, Atatürk ve Cumhuriyet öncesini kast ediyor.


 -Herkes Fransa'nın tutumunu eleştiriyor, insan haklarından, ifade ve düşünce özgürlüğünden dem vuruyor. Haksız mı? Değil tabii. Olay artık bir şeyi kabul etmeden çok onun aksine bir şey söylemenin yasak, suç olması... Ancak iğneyi başkasına çuvaldızı kendimize batıralım. Ülke olarak bu konuda çok mu masumuz? Kitapların bomba olduğu, siyasî iktidarı eleşirmenin suç ve hatta siyasî ikidara karşı olan herkesin terörist olduğu, insanların giyimine göre üstüne suç isnat edildiği, panellere-sempozyumlara katılmanın suç olarak görüldüğü bir ülkedeyiz. Medeni hukuk "suçluluğu ispatlanana kadar herkes suçsuzdur" derken bizim ülkemizdeki uygulama adeta "suçsuzluğu ispatlanana kadar herkes suçludur" şeklinde ve bu ülkenin tepesindeki kişi, siyasî bir davada kullandığı "suçsuzsan, oraya gitmediysen bunu ispat et" diyerek bu kanıyı doğrulamıştır. Kitap yazana 15, karikatür çizene 1, yumurta taşıyana 11 yıl hapis isteyen ülke olarak Fransa'ya ifade özgürlüğü dersi vermemiz biraz komik kaçmıyor mu?

-Konu Fransa olunca herkesin dilinde bir Cezayir konusu var, herkes papağan misali Cezayir'i öne sürüyor. Doğrudur, Fransızlar Cezayir'i işgal etmiş, orada katliam uygulamışlardır. Ancak bugüne baktığımızda Cezayirlilerde bir "Parizien" yani Parisli olma sevdası vardır. Bugün Fransız diye bildiğimiz isimlerin bir bölümü aslen -başta Cezayir olmak üzere- Afrika kökenlidir. Bu konuda en büyük örnek ise Zinedine Zidane'dır. Zidane Fransız olmasına rağmen aslen Cezayir kökenlidir... Türkiye'nin Fransa'ya karşı Cezayir'i öne sürmesine karşın Cezayir Başbakanı ne dedi: "Türkiye yakamızdan düşsün, Cezayir ticareti yapmaktan vazgeçsin, bizim kanımızdan faydalanmaya, sömürmeye hakkınız yok."

-Cezayir örneğini verene kadar önümüzde daha da önemli örnekler var. Mesela Fransızların, 1918'den itibaren Ermeni destekli olarak Güney ve Güneydoğu Anadolu'yu işgali ve yaptıkları söz konusu... Ermenilerin Hocalı Katliamı ve 20 Ocak Bakü Katliamı söz konusu ama bunlar nedense dile getirilmiyor... Hepsini geçtim, Ermeni terör örgütü Asala'nın Paris merkezli olarak yaptığı faaliyetler ve bu kapsamda Türk diplomatları öldürmesi var ama bu da dile getirilmiyor...

-Türk ve Türkiye karşıtı terör örgütleri EOKA (1950-1974), ASALA (1973-1985) ve PKK'nın (1978-devam) kuruluş ve çözülme dönemlerinin birbirini takip etmesi, yani arka arkaya gelmesi tesadüf mü?

-Fransa-Ermenistan'a karşı Türkiye'nin yanında, daha dün Ermenistan'la dost olma adına yapılan Ermeni açılımında küstürdüğümüz, Bursa'daki Türkiye-Ermenistan maçında bayraklarının stada sokulmasını yasakladığımız ve hatta utanç verici bir şekilde bayraklarını çöpe attığımız (insan düşmanına bile böyle yapmaz), Hocalı Soykırımı'nı, 20 Ocak Bakü Katliamı'nı görmezden-bilmezden geldiğimiz Azerbaycan var... Ancak her konuda destek verilen ve uğurlarında İsrail'e kafa tuttuğumuz -veya öyle göründüğümüz- Araplardan ise gene her zamanki gibi bir ses yok? O canımız ciğerimiz (!) Arapların başı sıkıştığında Türkiye ses çıkartıyor ama Türkiye karşıtı bir şeyde onların sesi yok!


-Fransa'nın Ermeni yalanlarına destek vermesini protesto eden Fransız vatandaşı Pascal Nouma... Gözümde daha da büyüdün...

-Kanıtsal olarak 1 tek Ermeni toplu mezarı olmadan soykırımla suçlanmak. Her zamanki gibi masa başında kaybetmek bizim işimiz...

-Daha dün, Fransa'nın, NATO'nun askerî kanadı olması için, Fransa'yı veto etme hakkı varken Türkiye neden destek verdi? Daha da ötesi, daha dün, Fransa'nın başını çektiği NATO kuvvetlerinin Libya'yı işgalinde Türkiye destek vermedi mi? Hatta Fransa'nın Libya petrollerinin %35'ine el koymasına göz yumulmadı mı? Şimdi ne değişti de papaz olundu ve bu yasa çıktı?

-Türkler 1 milyon Ermeni'yi, 30 bin Kürt'ü kesti diyen Orhan Pamuk'un Nobel almasını alkışlayan, onu Çankaya Köşkü'nde ağırlayan kim?

-Boykottan bahsediliyor. Peki, o zaman kozmetik sektörü ne olacak? Malum, kozmetik sektöründe aslan payı Fransızların... İşin mizahi tarafını ele alırsak "French Kiss", "French Nails" vs.'ye de boykot gelecek mi?

24 Ocak 2012 Salı

Uğurlar Olsun - 19 Yıl Oldu


24 Ocak 1993'te aramızdan ayırdı seni "malum çevreler". "Bu cinayeti çözmek devletin namus borcudur." denmişti. Aradan 19 yıl geçti, ne cinayet çözülebildi ne de failler bulunabildi. Aslında istenmedi demek daha doğru olur...

Küçüktüm sen öldürüldüğünde ancak her geçen gün ve her yeni yaş ile birlikte senin bu ülke için ne denli önemli bir insan olduğunu anlıyorum... 

Sen gittiğinden beri çok şey değişti... Sen kendini Atatürkçü olarak tanımlıyordun, namuslu olmak=Atatürkçü olmak diyordun ama bugün ortada Atatürkçülük namına bir şey kalmadı. Atatürk'ü savunduklarını iddia edenler bile Atatürk'ten bihaber ve hatta Atatürk düşmanı...


Sen araştırmacı gazetecilik yapıyordun. İnsanlardaki bilgi-fikir sistemini eleştirerek "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak" deyimini Türkçe'ye kazandırmıştın ama bugün hiçkimse, bilgiyi geçtim, fikir sahibi bile değil maalesef...

Nasıl ki seni katledenlerle, senin katillerini bul(a)mayanlarla aynı ülkede yaşamaktan, aynı havayı solumaktan nefret ediyorsak, senin ve senin gibi aydın insanlarla aynı ülkede yaşamış olmaktan da huzur buluyoruz ve bu durum, bu ülkede yaşamayı biraz daha katlanılır kılıyor...


Zaten aydın sayısının nadir olduğu, nadiren aydının yetiştiği ve yetişenlerin de yakıldığı, öldürüldüğü veya hapse atıldığı ülkemizde, son aydın kuşaktandın... Bugün yaşasaydın, kuşkusuz Ergenekon'dan, örgüt üyeliğinden yargılanıyor ve muhtemelen de Silivri'de olurdun...

22 Ocak 2012 Pazar

Kaptanlar Orkestrası

Tarih: 29 Aralık 1992... Dönemin (1992-1993) 1. ligindeki 16 takımın kaptanları, yeni yıl öncesinde, bir orkestra şeklinde fotoğraf çektirmişler... Güzel bir anı ve güzel bir fotoğraf. Bugün belki de en çok ihtiyaç duyulan unsurlardan birisi. Rekabet yeşil sahada bırakılmış...

Orkestrada 17 kişi mevcut. Gaziantepspor ve Bursaspor her iki kaptanı ile birlikte yer alırken, Karşıyaka katılmamış...



Kimisini gayet iyi hatırladığım, kimisini ise hiç hatırlamadığım bu isimler, soldan sağa şu şekilde:

Üst Sıra: Saffet (Kocaelispor-Akordeon), Hamdi (Trabzonspor-Keman), Nejat (Gaziantepspor-Keman), Yalçın (Bursaspor-Keman), Yaşar (Gaziantepspor-Keman), Erdal (Galatasaray-Keman), Önder (Aydınspor-Keman), Beyhan (Kayserispor-Ud),

Alt Sıra:
Sedat (Bursaspor-Klarnet), Müjdat (Fenerbahçe-Ud), Metin (Gençlerbirliği-Saz), Mehmet (Bakırköyspor-Saz), Erol (Konyaspor-Saz), Sercan (Sarıyer-Darbuka), Erhan (Ankaragücü-Tef), Rıza (Beşiktaş-Tumba), Zafer (Altay-Cümbüş)

1. Lig'ten (şimdiki adıyla Süper Lig) ne takımlar ve futbolcular geldi, geçti... Şimdi, bu takımlardan Bakırköyspor İstanbul Amatör Süper Ligi'nde, Aydınspor 3. Lig'te (kulüp, 2009'da amatör kümeye düşünce, Aydın Belediyespor'un ismini Aydınspor 1923 olarak değiştirmesiyle tekrardan profesyonel liglere döndü), Sarıyer ve Altay 2. Lig'te, Karşıyaka ise 1. Lig'te... 

Futbolculardan ise Saffet Sancaklı, kurduğu şirket ile Türkiye'de yerleşik ilk FIFA Lisanslı futbolcu menajeri oldu. Rıza Çalımbay da teknik direktör oldu ve an itibariyle Sivasspor'un teknik direktörü. Sedat Balkanlı da yakalandığı ALS hastalığı sonucu 29 Nisan 2009'da vefat etti... Diğer futbolcuların şu anki durumları hakkında ise bilgim yok...

Not: Fotoğraf, Topsuz Alanda Faul blogundan alınmıştır...

19 Ocak 2012 Perşembe

"Sen Bana Bakma, Ben Senin Baktığın Yönde Olurum"

Galatasaraylı Sabri ilginç adam vesselam... Sabri, ilk yarıdaki Beşiktaş maçında (11. hafta) sakatlandı, Galatasaray düzeldi. Galatasaray, ilk 11 haftada 5 galibiyet, 4 beraberlik, 2 mağlubiyet alırken, Sabri'nin sakatlanmasının ardından, iyileşene kadarki süreçte 7'de 7 yaptı. Galatasaray, Sabri'nin döndüğü Samsunspor maçında, Sabri sahadayken 2-0 yenikken, Sabri çıktıktan sonra maçı 4-2 aldı. Sabri'nin ilk 11'de başlamadığı KDÇ Karabükspor maçında ise Galatasaray maçı 5-1 aldı, Sabri oyuna 3-0 iken girdiği için maçın seyri değişmedi ama Galatasaray gol yedi!..

Bu fotoyu, Orta Kafa Gol'de gördüm az önce. Çok ilginç bir kare ve güzel yakalanmış... 19. haftadaki (7 Ocak 2012) Samsunspor-Galatasaray (2-4) maçından...Top nerede, Sabri nereye bakıyor? Ancak suç Sabri'nin değil, topun...


17 Ocak 2012 Salı

Fatura

Yaşamda hiçbir şey bedava değildir. Her şeyin bir "Fatura"sı vardır. Bir gün mutlaka bedelini ödersiniz. Şöyle ya da böyle, erken ya da geç ama mutlaka ödersiniz... 


Doktor bulamayıp, hastane kapısında ağlaşan köylüler, aslında yıllarca şarlatanları alkışlamanın "Fatura"sını ödediklerini nereden bilecekler? Değişik bir "Fatura"dır bu. Kimi zaman "gözyaşı"dır. İnsanlar dizlerine vurduklarında, yıllardır kötü tercihlerinin ve suskunluklarının faturasını ödediklerini bilmezler. "Fatura" er-geç gelir.

Kimi zaman "Fatura" işsizliktir, kimi zaman açlık oluverir. Kimi zaman gelmeyen ambulanstır. Kimi zaman yarı fiyatına giden alın teri. Kimi zaman ucuz ekmek fırınının önünde alaca karanlıkta beklemek olur "Fatura"...

Demokrasi bir fatura sistemidir. "Fatura" öyle eve gelmez. Önünüze, "Oy verdiğiniz, alkışladığınız, zıpladığınız o sahtekar politikacılar yüzünden şahsınıza tahakkuk eden miktar şu kadardır." diye kağıt koymazlar ama "Fatura" gelir.

Bir gün, emekli maaşı kuyruğunda beklemekten ayaklarınız ağrıdığında işte o "Fatura"dır. İş bulamayan çocuğunuz sızlandığında "Fatura", "Seni boşuna mı okuttum?" diye bir acı cümle olmuştur... Kimi zaman "Fatura", akmayan su, kesilen elektriktir. Kimi zaman çirkin, kirli, havasız, pis, beton yığını bir kentte yaşama mahkûmiyeti... 


"Fatura" mutlaka gelir... Size "Öde" demezler. Kendiniz ödersiniz. Unutmamalısınız: O acılar, o gözyaşları, o mutsuzluk, o kahır, o iç çekmeler, o çıkmaz, o umutsuzluk, birer "Fatura"dır... Ve bir gün; bir yabancı havaalanında, ya bir turistik kıyı kentinde ya da ayaklarınızı uzatıp izlediğiniz televizyonda, size laik, çağdaş, özgür bir ülkenin vatandaşı gibi değil... Bir İran mollası, bir Suudi Arap, bir kimliksiz üçüncü dünya ülkesi vatandaşı gibi davranırlarsa ve yüreğinizde bir acı hissederseniz... Bu günlerin "Fatura"sıdır.

"Fatura"sız olmaz...  Yaşamda hiçbir şey BEDAVA değildir.

İnanmayanlar görüyorlar ama farkında değildirler. Bazen okulda, lisede, üniversitede, kursta dalga geçmek, evde boş zaman geçirmek, tembellik etmek, oyun oynamak, film seyretmek tatlı gelir. Ama unutmamak lazım;  arkadan ve gecikmeden "Fatura" da gelir. Üniversiteye giremeyerek, kötü bir yer kazanarak, iyi bir iş bulamayarak, daha az para kazanarak, kötü bir işte çalışmak zorunda kalarak ve daha niceleri... İşte, bunların hepsi "Fatura"dır.

Farkında olmadan ödersiniz. Göz yaşlarınız akar, ama  içinize  akar. Fatura kesilmiştir, geri dönüş yoktur. Siz daha alt bir sınıf, daha az bir kazanç, daha zor işler yapmanın "Fatura"sını ödersiniz. Belki de yaşam boyu böyle kalır. Ama ne var ki, tercih sizin, kimsenin yapacağı  bir şey yoktur. Akılsızlığın "Fatura"sını gönüllü ödemeyi siz istediniz. Göz yaşlarınız içinize akar, akar, akar, durmadan akar ama sesinizi artık kimse duymaz. Anneniz, babanız, kardeşiniz, akrabalarınız bile... Tren kaçmıştır, "Fatura" kesilmiştir. Size ödetirler. Hem de bazen yaşam boyu...


Not: Bu yazı, geçtiğimiz günlerde, e-posta ile geldi şahsıma. Yazarı belli değil... Belki, internette daha önceden, çeşitli yerlerde paylaşılmıştır, bilmiyorum... Ben, yazıyı beğendiğim ve çok anlamlı bir yazı olduğu için paylaşmak istedim...

13 Ocak 2012 Cuma

Mekanın Cennet Olsun Rauf Denktaş

"Söyleyin onlara, burası (KKTC) bağımsız bir cumhuriyettir... Hristofyas..." Rauf Denktaş (Son Sözü)

"Camiye gidin dua edin... Dua edin, daha fazla çekmeyeyim..." Rauf Denktaş, Vefatından 1 gün önce

Bugün kara bir haber aldık: Türk Dünyası'nın en önemli isimlerinden KKTC 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş,  8 Ocak 2012 gecesi ishale bağlı su kaybı teşhisi ile kaldırıldığı ve tedavi gördüğü Yakın Doğu Üniversitesi Hastanesi'nde bugün (13 Ocak 2012'de) vefat etti... Vefatı ile, Oğlu Serdar Denktaş'ın deyimiyle "Kıbrıs Türkünü, Anadolu insanını öksüz bıraktı."


27 Ocak 1924'te doğmuştu ve 27 Kasım 1948'de Kıbrıs Türklerinin düzenlediği ilk mitingte Dr. Fazıl Küçük ile beraber hatiplik yaptı. Bu, onun Kıbrıs ve Kıbrıs Türklüğü mücadelesinin başlangıcı oldu, son nefesine kadar da bu mücadelesini sürdürdü. Yani 88 yıllık hayatının 63 yılını, diğer bir deyişle hayatının neredeyse tamamını Kıbrıs davasına, Kıbrıs Türklüğüne adamıştı. Kıbrıs'ın yeni bir Girit olmaması için uğraşıyordu. Sadece siyaset arenasında değil, aynı zamanda yazdığı kitaplar, verdiği söyleşiler, yazdığı yazılar / makaleler / köşe yazıları ve katıldığı konferanslar ile de bu davasını sürdürüyor, her yerde Kıbrıs'ı, Kıbrıs Türklüğünü ve Kıbrıs'ın önemini anlatıyordu.

Verdiği mücadele ile Kıbrıs'ın kuzey kısmında, hayatı pahasına, bir cumhuriyet kurmuştu. Türkiye dışında hiçbir devlet tanımasa da hem bağımsızlıklarını ve cumhuriyeti korumak, hem devletini tanıtmak ve hem de sorunların sona ermesi için her daim çaba gösterdi. Verdiği mücadele ve kurduğu cumhuriyet ile bir nevi Kıbrıs Türkünün Atatürk'ü idi ya da Türk Dünyası'nın Filistin'inin Arafat'ıydı. (Her ne kadar Türk Dünyası'nın Filistin'i olsa da Arapların Filistin'i kadar değer göremedi "malum" zihniyet tarafından...)


Rauf Denktaş asla ihanet içinde, vatanını satma peşinde ya da şahsî çıkarlar peşinde koşmadı. Aksine, her daim vatanını sevdi, vatanına ve Türk Dünyası'na hizmet etti. Hep bir mücadele içinde oldu. Bunu, yeri geldi bir gerilla, bir mücahit olarak, yeri geldi bir siyaset adamı olarak, yeri geldi bir yazar, bir gazeteci olarak gerçekleştirdi. O, "kimileri" gibi ABD'nin emrine girmedi, "ABD dünyanın jandarmasıdır." diye güce tapınmadı.

Rauf Denktaş'tan ve mücadelesinden rahatsız olanlar yok muydu? Vardı tabiî. Türkiye'de Atatürk'e karşı yapılan kara propaganda Rauf Denktaş'a da yapıldı. "Malum şahıs(lar)" tarafından, sağlığında "Git Kıbrıs'ta siyaset yap, ağzı olan konuşuyor be" denildi ve bu şekilde azarlandı. "Bırak", "çekil", "çözümsüzlük çözüm değildir", "statükocu" denilerek safdışı bırakılmak istendi ve hatta, özellikle Annan Planı döneminde, "dinozor" denilerek hareket edildi. Türkiye'deki "malum şahıs", KKTC'de Rauf Denktaş'ın karşısına çıkarılan şahsa "1 numarayla fazla dalaşma, o bitmiştir." demiştir*... Ortam öyle olmuştur ki Rauf Denktaş, Ergenekon'dan suçlanmayı beklediğini ifade etmiştir...

Rauf Denktaş, 2004'teki Annan Planı'na "hayır" denilmesini istemişti ama karşısındaki Türkiye destekli siyasi oluşum "yes be annem" diyordu. Planın oylamasında KKTC "evet" derken Rumlar "hayır" diyordu. Ancak bu "evet"ten KKTC hiçbir şey alamadığı, bir kazanım elde edemediği, verilen sözler ve vaatler tutulmadığı gibi Rumlar ödüllendiriliyor, tüm Kıbrıs Adasını temsilen AB'ye üye yapılıyordu. Bugün gelinen noktada ise, Habertürk TV'ye bağlanan gazeteci Fikret Bila'nın belirttiği gibi, "Tarih, Rauf Denktaş'ı haklı çıkartıyor. Denktaş'ın o dönemde savunduğu nokta, o gün karşı çıkılmasına rağmen bugün "acaba" denilerek tartışılıyor. Dün ona karşı çıkanlar, bugün onun savunduğu noktaya geliyorlar."

Dün Rauf Denktaş'a küfredenler, hakaret edenler, onu silmek isteyenler, onun için taziye mesajları yayınlayıp, onu övüyorlar. Bunu hangi yüzle yapıyorlar çok merak ediyorum. Daha da ötesi, hangi yüzle cenazesine katılıp, "hakkımızı helal ediyoruz" diyecekler?


Rauf Denktaş... Türk Dünyası'nın Atatürk'ten sonraki en büyük siyasi kişiliği... Kahraman... KKTC bugün bağımsız bir cumhuriyet ve "yavru vatan"sa senin sayendedir... Keşke senin gibi birisi Türkiye'de de olsaydı... Sana minnettarız... Allah'ın rahmeti üzerine olsun, mekanın cennet olsun... Başta KKTC olmak üzere Türk Dünyası'nın başı sağ olsun...

Not: Rauf Denktaş'ın yazdığı veya Rauf Denktaş ile ilgili bir sürü kitap var piyasada. Size bu konuda, Rauf Denktaş ile yapılan söyleşiden hazırlanmış olan ve ilk çıktığında (2004) alıp okuduğum bir kitap önermek istiyorum: İhanet Yorgunu Denktaş (Ufuk Büyükçelebi, Bir Harf Yayıncılık).


*Özellikle 6:30'dan sonrasına dikkatle dinleyiniz...

11 Ocak 2012 Çarşamba

Endüstriyel Futbolun Göstergesi: Rengarenk Kramponlar

Yıl 1997 ya da 1998'di, hatırlıyorum da Fenerbahçeli Jay Jay Okocha kırmızı krampon giydiğinde yer yerinden oynamıştı. Herkes onu konuşuyor, onu tartışıyordu. Kimisi güzel bulurken, kimisi de kramponun siyah olacağını belirterek beğenmediğini ifade ediyordu. Sonuçta Okocha kırmızıyı giyerek Türkiye'de renkli krampon giyen ilk futbolcu olmuş, kırmızı kramponu Türkiye'ye getirmişti. Getirmişti getirmesine ama Türkiye'ye 1996'da gelen ve o dönemki Nijeryalı furyasının önemli isimlerinden olan Okocha, 1998 yılında "ille de PSG'de oynayacağım" diye tutturarak Fransa'nın yolunu tuttu ve ardında kırmızı kramponlarını yadigar bıraktı.

Gel zaman git zaman, o kırmızının yanına mavisi de eklendi, beyazı da, yeşili de, sarısı da... Hatta öyle oldu ki siyahı bile görünmez oldu. "Krampon dediğin siyah olmalı" iken, "Silah icat oldu mertlik bozuldu." misali, renkler çoğaldı, birbirine karıştı ve kramponun delikanlılığı gitti. Aynen endüstriyel futbolun takım ve renkler kavramını mahvetmesi ve delikanlılığı bozması gibi...

Aşağıdaki fotoğraf 11 Ocak 2012 tarihindeki Ziraat Türkiye Kupası 3. Tur maçı olan Beşiktaş-Gaziantep Büyükşehir Belediyespor maçı öncesinde çekildi... Futbolun durumunu gösteriyor. Rengarenk kramponlar, silinen takım & renk bilinçleri ve taraftarını müşteri olarak gören paraya endeksli endüstri... (Fotoğraf için kaynak HTSpor.com)

Maça gelince... Gaziantep BB çok iyiydi. Beşiktaş ise maçı 2-1 kazanmasına rağmen üzerinde konuşulmaya değmeyecek kadar rezaletti...



10 Ocak 2012 Salı

Seni Hiç Sevmiyorum Sütoğlan!

Aslında buraya "The Great Dictator" yazacaktım ama büyük usta Charles -Charlie- Chaplin'e ayıp olur diye vazgeçtim... Eğer ülkemizde demokrasi ya da belirtildiği gibi "ileri demokrasi" varsa ve daha da önemlisi, başıma bir iş gelmeyecekse, sana sevgimi haykırmak istiyorum: Seni hiç sevmedim, sevmiyorum ve sevmeyeceğim!!! Sebebi mi? Saymakla bitmez...


8 Ocak 2012 Pazar

2011 Yılının Enleri

2 gün önce, Pazarlama Türkiye'den (eski adıyla Marketing Türkiye) bir e-posta geldi, bir araştırmanın sonucunu bildiriyorlar... Verilen haberde Andy-Ar Sosyal Araştırma Merkezi'nin yaptığı "2011'in En'leri" çalışmasının sonucunu paylaşıyorlar. Kurumun yaptığı araştırma çok geniş kapsamlı, ancak site bu haberi verirken kendi ilgi alanına yani markalara yoğunlaşmış.

Belirttiğim gibi Andy-Ar'ın çalışması çok geniş kapsamlı; siyasetten spora, sinemadan dizilere, markalardan olaylara, toplam 45 başlıkta "2011'in En'leri"ni belirlemiş. Bu çalışmayı yapmak için de 20-27 Aralık 2011 tarihlerinde 21 ilde 205 noktada 4365 denekle yüz yüze görüşme gerçekleştirmiş...

Araştırmanın hepsini değil ama önemli olanlarını, sadece ilk 3'ünü vererek paylaşacağım... Araştırmanın tamamını Andy-Ar'dan inceleyebilirsiniz... (Görseller, Pazarlama Türkiye'den alınmıştır...)


Olaylar: Depremler, 12 Haziran MV Seçimleri, Ergenekon & Balyoz Davaları / Tutuklamaları

Skandallar: Futbolda Şike, YGS Şifre, MHP Kasetleri

Kazananlar: AKP, RTE, Acun Ilıcalı

Kaybedenler: Van Depremzedeleri, Kemal Kılıçdaroğlu, CHP

En Beğenilen Siyasetçiler: RTE, Mustafa Sarıgül, Kemal Kılıçdaroğlu

En Çok İzlenen TV Kanalı / Haber Kanalı: Kanal D, Show TV, ATV / HaberTürk, CNN Türk, 24

En Çok Okunan Gazete: Hürriyet, Zaman, Sabah

En Çok Okunan Köşe Yazarı: Yılmaz Özdil, Ahmet Hakan, Nazlı Ilıcak

En Çok Takip Edilen Gazete Portalı: Milliyet.com.tr, Hurriyet.com.tr, Haberturk.com.tr

En Çok Takip Edilen Haber Portalı: Haber7.com, Ntvmsnbc.com, Ensonhaber.com

En Çok İzlenen Dizi Film: Muhteşem Yüzyıl, Öyle Bir Geçer Zaman Ki, Behsat Ç.

En Çok Beğenilen Yerli Film: Eyvah Eyvah 2, Aşk Tesadüfleri Sever, İncir Reçeli

En İyi Oyuncu: Ayça Bingöl, Meryem Uzerli, Beren Saat / Erkan Petekkaya, Halit Ergenç, Kıvanç Tatlıtuğ

En Çok Dinlenen Radyo: Kral FM, TRT Radyo, Power Türk

En İyi Şarkıcı: Ajda Pekkan, Gülben Ergen, Sıla / Tarkan, Ferhat Göçer, Kenan Doğulu

En İyi Reklam Filmi: Avea (Fasulye), Vodafone (Uçan Adam), Garanti (Hayvanlar)


En Çok Tercih Edilen Akaryakıt Markası: Opet, Shell, BP

En Çok Tercih Edilen Sigorta Markası: Anadolu Sigorta, Başak Groupama, Axa Oyak

En Çok Tercih Edilen Banka / Kredi Kartları: Garanti, İş Bankası, Akbank / Bonus, World, Maximum

En Çok Tercih Edilen Sıcak İçecek Markası: Çaykur, Lipton, Nescafe 

En Çok Tercih Edilen Soğuk İçecek Markası: Coca-Cola, Pepsi, Schweppes

En Beğenilen İletişim Operatörü: Türk Telekom, Avea, Vodafone

En Çok Tercih Edilen Havayolu / Karayolu Şirketleri: THY, Anadolu Jet, Pegasus / Kamil Koç, Metro, Nilüfer

En Çok Tercih Edilen Kozmetik Markası: Avon, L'oreal, Maybelline

En Beğenilen Otomobil Markası: Audi, Mercedes, BMW

En Beğenilen Beyaz Eşya Markası: Bosch, Vestel, Arçelik

En Beğenilen Teknoloji Markası: Apple, Sony, LG

En Beğenilen Gıda Markası: Ülker, Eti, Aytaç

En Beğenilen Giyim Markası: Sarar, Damat-Tween, LCW / Mango, Zara, İnci

5 Ocak 2012 Perşembe

Fanatiklikte Uçukluk: Karen Bell ve Rebecca Reeves

"Erkek sporu" diye bilinen futbolda dengeler değişiyor. Önceleri "ne buluyorsunuz bu futbolda" diyen, futbolu "22 adamın 1 topun peşinde koşması" olarak gören kadınlar artık kabuk değiştiriyor. Kadınlar da futbolun içinde yer almaya başladı, artık onlar da maçları takip ediyorlar, futbol dünyasını izliyorlar ve hatta bu konuda yorumculuk yapıyorlar. Daha da ötesi kadın fanatikler de çoğalmaya başladı. Baktığınız zaman özelde ülkemizde ve genelde ise tüm dünyada böyle bir durum söz konusu. (Kadınların futbolun içinde yer almaya başlaması güzel ama hayatın her alanında olduğu gibi burada da izleyici konumdalar. Kadınların futbola ilgisi ancak seyircilik düzeyinde, çok azı bunu kaleme / klavyeye dökerek yorumluyor ve çok çok daha azı da futbol topuyla temas ediyor, yani ilgilerinin artmasına rağmen kadın futbolunun geri kalması söz konusu, ancak bu ayrı bir yazı konusu...)

Tabii olay sadece kadınların futbola ilgisi ve fanatizmi değil... Aslında genel olarak özelde ülkemizde, genelde ise küresel bazda futbola karşı artan bir ilgi söz konusu. Tabii bu artan ilgiler de fanatizme neden olabiliyor, "taraftarlığın böylesi" ve hatta "Allah akıl fikir versin" ifadelerini kurdurtabiliyor... Bu konuda aslında çok örnek var ama burada 2 örnekten bahsedeceğim, ki bu örneklerin kadın olması da konuyu ayrıca ilginç kılıyor...


Karen Bell

Geçen hafta bir fotoğraf dolaşıyordu internette, 38 yaşında İngiliz bir kadına ait. Çoğu yerde "Fanatik Gelin" başlığıyla verildi bu haber...

Yeni evli Karen ve Simon Bell çifti, Manchester City'nin 21 Aralık 2011'de kendi sahasında oynadığı Stoke City maçı öncesinde statta büyük bir heyecana sebep olmuş çünkü yeni gelin Karen stada gelinliğiyle gelmiş, ki gelinliği de M. City'nin formalarından yapılmış...

Nikah günlerinin Manchester City'nin Stoke City ile olan maçıyla aynı güne denk gelmesi, 38 yaşındaki gelin Karen'a ilham kaynağı olmuş. Kafasındaki düşünceyi gerçekleştirmek için kocası Simon'ın 80'lerin başına ait eski M. City formalarını toplamış ve bu formalardan bir gelinlik tasarlayabilmek için, nikah gününe kadar olan zaman zarfı içinde haftanın 6 gününü dikiş makinesi başında geçirmiş. (Gelinliği yukarıda...) Neyse, yeni evli çift, Chester'daki nikah merasimi biter bitmez soluğu Etihad Stadyumu'nda almış ve taraftarın Karen'a olan ilgisi ve alkışlarının arasında, düğün eğlencesi niyetine Manchester City'nin maçını izlemişler. M. City'nin Stoke City'ye karşı galibiyeti de onlara evlilik hediyesi olmuş... M. City kulübü de bu olaya resmî internet sitesinde yer vermiş, çifte de mutluluklar dilemiş...

Peki, bu durum Türkiye'de olsaydı? Yapılan yorumlardan en önde gelenleri herhalde "gelin müstakbel kocasının formalarını parçaladı", "gelin eşine 'artık futboldan daha önemli olarak ben varım' mesajını verdi" şeklinde olurdu... Ya da tam tersi bir şekilde "gelin, evlerde yaşanan 'dizi mi maç mı' sıkıntısına 'maç' yanıtını verdi" şeklinde olurdu...


Rebecca Reeves

Açıkçası bu ablamız, Karen ablamıza göre ya da Vince&Rebecca Reeves çifti, Karen&Simon Bell çiftine göre daha manyak... Flying Dutchman'da okudum bu konuyu ilk olarak, sonrasında da Daily Mail'den ve BBC'den orjinalini...

Konu nedir derseniz... 32 yaşındaki Vince ve 26 yaşındaki Rebecca Reeves çiftinin tuttuğu takım olan Southampton, İngiltere FA Cup 5. turunda yerel bazdaki rakibi Portsmouth ile eşleşir. Çift de Southampton'ın evsahipliğinde 13 Şubat 2010'da oynanacak maça bilet almak için St. Mary's Stadyumu'nda kuyruğa girerler. Buraya kadar normal, ancak anormal olan durum ise bilet için kuyruğa giren Rebecca'nın karnı burnunda hamile olması ve her an doğurabilecek olması. Neyse, çift, kuyrukta yaklaşık 1,5 saattir beklerken Rebecca'nın -bingo- doğum sancıları başlar. Doğum sancıları ve hatta gelen bebek bile onların bu taraftarlığını engelleyemez. Önlerinde 50 kişinin kaldığını belirterek, "O kadar sıra bekledik, yanmasın." anlayışının yansıması olarak koca Vince kuyruktan ayrılmamış ve bir arkadaşını arayarak eşi Rebecca'yı önce eve, oradan da hastaneye götürmesi için yardım istemiş. Aslında, sancılar artıp dayanılmaz noktaya gelince, Vince eşi Rebecca'yı kendisi götürmek istemiş ama Rebecca, "Ben kendim giderim, sen kuyrukta bekle yoksa bileti kaybederiz, alamayabiliriz." diyerek reddetmiş ve hatta ısrar etmiş. Tabii çift birbirinden ayrıldıktan sonra doğum anına kadar telefonla birbirlerinden bilgi almış, Vince eşinin durumunu sorarken, Rebecca da kuyruğun durumunu sormuş...


Nihayet Rebecca sağ salim doğumunu yapmış ve Jessica adını verdikleri bir kız çocuk doğurmuş, eşi Vince de aldığı 2 bileti kaptığı gibi hasteneye gelmiş. Vince'i gördüğünde Rebecca'nın sorduğu ilk soru ise "Biletleri alabildin mi?" olmuş...

Southampton Futbol Kulübü Yönetim Kurulu Başkanı Nicola Cortese çiftin takıma olan bağlılıklarından etkilenerek, Jessica'ya ömür boyu sezonluk bilet hediye etmiş, bununla birlikte oyuncak bir ayı ile çifti tebrik eden ve minik taraftar Jessica'ya "hoşgeldin" diyen bir tebrik kartı göndermiş... Aile, Southampton-Portsmouth maçına kızlarını da götürmek istemiş, hatta esprili bir şekilde "bedava bileti var" demiş ama sonradan da "şimdilik televizyonda izleyecek" diye de belirtmiş...

Ne diyelim, ben bunu çok abartılı buldum... Fanatikliğin bu kadarı da fazla... Bu arada, Rebecca ablamızın bu doğum hikayesi akıllara hemen Kemal Sunal'ın Bekçiler Kralı filmindeki tüp kuyruğunda doğum sahnesini getiriyor. Filmde, kuyrukta doğan çocuğa, Kemal Sunal'ın kuyruğa ithafen "gaz"lı "tüp"lü isimler araken en son İsmail Hakkı'da karar kıldığı gibi burada da "gol"lü "top"lu isimlerden Jessica bulunurdu herhalde...

Bu arada, Southampton, son 25 dakikada yediği 4 gol neticesinde Portsmouth'a evinde 4-1 yenilmiş...

"Vay arkadaş, elalemde ne hatunlar var!" cümlesini kurmadan olmaz. Bizse hâlâ -halk arasındaki tabiriyle- "yine mi top", "toptan başka bir şey yok mu" gibi laflarla uğraşalım...

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...