27 Eylül 2011 Salı

Avrupa'da Şans Trabzonspor'dan Yana

Trabzonspor için Şampiyonlar Ligi'nde, hele hele ön eleme oynamadan doğrudan gruplarda mücadele etmek, hiç beklenmeyen ve adeta altın bir tepside sunulan bir hediye babındaydı... Aslında Şampiyonlar Ligi'nde bu sezon mücadele etmişti Trabzonspor. Benfica ile ön eleme turunda karşı karşıya geldi ve 2-0 ve 1-1'lik skorlarla elenerek UEFA'ya düştü. Burada da Athletic Bilbao ile eşleşti. 0-0'lık karşılaşmanın ardından "eler mi eleyemez mi" derken sürpriz bir şekilde 2010-2011 Türkiye Süper Ligi'ni şampiyon olarak bitiren Fenerbahçe'nin yerine Şampiyonlar Ligi'ne alındı. Böylece Trabzonspor, aynı sezon içinde 2. defa ve hem de elemesiz doğrudan gruplarda mücadele edecekti...

Şimdi burada duralım ve bir parantez açalım. Kuşkusuz TFF'nin bu hareketinin sebebi herkesin malumu 3 Temmuz'da başlayan ve Fenerbahçe eksenli yürütülen şike operasyonu. Burada UEFA'nın direktifiyle TFF Fenerbahçe'yi Avrupa'dan men etti ve 2. Trabzonspor'u onun yerine gönderdi. "Kendine güvenmeyen Avrupa'ya gitmesin." gibi veciz (!) sözlere ve çözümlere sahip olan TFF'nin bu hareketi ile Fenerbahçe'nin şampiyonluğu şaibeli hâle geldi. Bu durumda, en azından Fenerbahçe'nin, Beşiktaş'ın Türkiye Kupası'nı iadesi gibi Lig Kupası'nı iade etmesi gerekirdi ama gerek onların bu kupayı iade etmemesi ve gerekse de TFF'nin buna göz yummasıyla Fenerbahçe kupayı gasp eder bir vaziyete büründü. Bu durumda akla hemen şu sorular geliyor: 

1- Eğer şampiyon Fenerbahçe ise neden Şampiyonlar Ligi'nde mücadelesine izin verilmedi?
2- Yok eğer şampiyon Fenerbahçe değilse ve şampiyonluğu şaibeli ise neden kupası elinden alınmadı ve neden kupa ve şampiyonluk gaspına göz yumuldu? Şampiyonluk ve kupa neden Trabzonspor'a verilmedi?

Bütün bunların anlamı şudur;

1- Fenerbahçe, Şampiyonlar Ligi'ne gönderilmemesine ses çıkarmayarak ve itiraz etmeyerek suçunu kabullenmiştir.
2- TFF'nin UEFA talimatıyla Fenerbahçe'yi Şampiyonlar Ligi'ne göndermemesi ama kupa ve şampiyonluk gaspına ses çıkarmaması sonucu Fenerbahçe adeta ödüllendirilmiştir.
3- Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'ne gönderilmemesi ve yerine de Trabzonspor'un gönderilmesi ile adeta Trabzonspor'a sus payı verilmiş, bununla birlikte Türk futbol kamuoyunun gözü boyanmıştır.

Bu doğrultuda, Trabzonsporlu Burak Yılmaz'ın 26 Eylül Pazartesi günkü Fotomaç Gazetesi'nde yer alan ve sonrasında çeşitli internet sitelerinde yer alan "kupamızı istiyoruz" şeklindeki açıklamaları doğru ve manidardır. Ancak burada ek bir parantez daha açmakta fayda var; şike, şaibe gibi ifadeleri kullanırken burada kulüplerin yönetimini ve teknik ekibini kast ettiğimi, futbolcuları ayrı tuttuğumu belirtmek isterim. Türkiye'deki, hem saha içi hem de saha dışındaki durumu ile ve ayrıca entelektüel yapısıyla, ender kaliteli futbolculardan olan Fenerbahçeli Alex'in "Madem şike var, o zaman biz boşuna mı mücadele ettik? Alın terlerimiz, akıttığımız terler ne olacak?" ve Burak Yılmaz'ın Fotomaç'taki "şike olayında futbolcuların olduğunu düşünmüyorum" türü açıklamaları gayet dürüst, dorğu ve mantıklı açıklamalar olarak futbolcuların masum olduğunu gösteriyor...


Açtığımız koca parantezi kapatıp konumuza dönelim... Şans faktörü 2 maçtır Avrupa'da Trabzonsor'dan yana. Aslında kuralar çekilip Inter, CSKA Moskova ve Lille ile eşleşildiğinde Trabzonspor'a pek şans tanınmıyordu ancak daha ilk maçta şans faktörü herkesi yanıltarak Trabzonspor'un tarafına geçti... Cezaları nedeniyle golcüsü Burak Yılmaz ve hocası Şenol Güneş'ten yoksun Inter deplasmanına çıkan Trabzonspor, kalecisi Tolga Zengin'in devleştiği maçta sahadan galip ayrıldı. Ancak skora bakıp yanılmamak gerek. Aslına bakılırsa futbolun adaleti olsa Inter'in olurdu o maç, ancak Trabzonspor, amiyane tabirle "balına" attığı golle 3 puanı hanesine yazarak Trabzon'a döndü.

Lille maçı ise ayrıca önemliydi Trabzonspor için çünkü evindeki ilk Şampiyonlar Ligi maçıydı. (Benfica maçını İstanbul'da oynamıştı.) Üstüne üstlük Inter de CSKA Moskova'yı 3-2 yenince alacağı galibiyet Trabzonspor'u 6 puana çıkartacak, liderliğini perçinleyecek ve 3. sıradaki takımla puan farkını 5'e çıkaracaktı. Bu hem moral olarak önemli bir takviye, hem de puan olarak önemli bir fark ve avantaj demekti...


Lille maçını anlatmayacağım ama şu bir gerçek ki önce Şampiyonlar Ligi'ne başlamasında, sonra da Inter galibiyetinde yanında olan şans faktörü, 1-1 berabere biten Lille maçında da Trabzonspor'un yanındaydı. Nedenine gelince... Öncelikle geçen seneki "gayrıresmî" şampiyonla bu seneki Trabzonspor arasında dağlar kadar fark var. (Şampiyon ifadesini bilerek kullandım. Yazının girişindeki şike durumunu bir kenara atarsak, Fenerbahçe ile ligi aynı puanla bitiren ama 2'li averaj sonucu Fenerbahçe'nin ardında kalan Trabzonspor da şampiyon unvanını hak ediyor aslında.) Takım resmen dökülüyor. Savunma desen yok, hücum desen yok. Allah'tan kalede Tolga Zengin gibi bir kaleci var da o kurtarıyor durumu. Geçen seneki kadrosunun üstüne koyacağı yerde o kadroyu dağıtarak ve yeniden kurarak çok büyük bir hata yaptı ve şu anda onun acısını yaşıyor Trabzonspor. Şampiyonlar Ligi'nde mücadele etmesine rağmen ona uygun transferler yapmayan ve sadece dostlar alışverişte görsün mantığıyla transfer yapan takım, bu konuda yapılan eleştirileri sonuna kadar hak ediyor... Umut Bulut, Egemen Korkmaz, Jaja, Yattara, Selçuk İnan gibi isimlerin yokluğunu çekiyor şu anda takım ve yerlerine gelenler de onların yerini dolduramadı. Hoş, Egemen Korkmaz'ın transferi biz Beşiktaşlıları sevindiren bir durum, onu ayrı yere koyalım...

Takıma bakacak olursak, an itibariyle, yapılan en iyi transferlerin Didier Zokora ve Celustka olduğu gözüküyor. Savunmada yer alan Celustka'nın yanı sıra Zokora da orta sahanın yanı sıra savunmayı toparlar görüntüde. Sevilla'dan gelen Zokora, şu anda takımın "en Avrupa görmüş" oyuncusu konumunda... Transferlerden gidecek olursak, an itibariyle, Halil Altıntop henüz bekleneni veremeyen bir konumda. Almanya'dan gelen oyuncu şu anda alışma evresinde ama bir taraftan da sanki "Kardeşim Hamit Real Madrid'de, bense Trabzon'dayım. Kadere bak!" der gibi bir hâli var ve bir türlü dikkatini veremiyor.

Transferleri geçip esas konuya gelecek olursak, Trabzonspor bu sene adeta 3+1 kişilik oynuyor, yani Tolga-Burak-Zokora ve ek olarak Celustka şeklinde. Geride kalan maçlar da bunu doğrular nitelikte. Takımın şu anda geride kalan 4 lig, 2 de Avrupa maçındaki durumuna bakacak olursak ligdeki 4 maçta atılan toplam 5 golün tamamını Burak Yılmaz kaydetmiş. Burak'ın oynamadığı İBB maçında takımın 1-0 yenildiğini de göz önüne alırsak ve diğer 2 Avrupa maçında da takımın hücuma çıkmasında ve gol atmasında sıkıntı yaşadığını ve de bu maçlarda atılan 2 golün birinin penaltından diğerinin de zor pozisyonda atıldığını göz önünde bulundurursak Burak'ın takım için taşıdığı önemi göz önünde bulundurabiliriz. Bununla birlikte, Trabzonspor'un acilen Burak'ın yanına birisini esaslı bir şekilde koymasını (Buraksız takım ortada!) şiddetle tavsiye ediyoruz. Bu Halil mi olur, yoksa Alanzinho mu, Henrique mi olur bilemeyiz ama bu çok acil. Yoksa, takımı kötü günler bekliyor... Burada Tolga'dan da bahsetmezsek olmaz. Geçen sezon, (bir önceki sezonun 14. haftasından beri kaleyi koruyan) Onur Recep Kıvrak'ın sakatlığı sonrasında kaleyi devraldı Tolga ve 26. haftadan itibaren (arada o da sakatlık geçirip kaleyi 3. kaleci Bora Sevim'e devretse de) takımın kalesini o koruyor. Geçtiğimiz sezon, sakatlandığı haftaya kadar 25 maçta 20 gol yiyerek ligin en az gol yiyen kalecilerinden olan Onur'un sakatlığı belki de Trabzonspor'un şampiyonluğuna mal oldu. Sakatlığa kadar da sadece Türkiye Kupası'nda 3 maçta oynayan (ve 4 gol yiyen) ve ondan önce de bir önceki sezonun sadece 33. haftasında oynayan (1 gol yiyen) tecrübesiz Tolga'nın kaleye geçmesi de şampiyonluktan etti diyebiliriz. Geçen sezonu geride bırakırsak, şu anda gayet iyi bir performans ortaya koyuyor Tolga. Her ne kadar geride kalan 6 maçta (Inter maçı hariç) 5 gol yese de ben onun Trabzon'un savunmasının açığını kapattığını ve aslında daha gollü yenilgileri önlediğini düşünüyorum. Burada sorgulanacaksa kale değil, esas olarak savunma sorgulanmalı, ki savunma alarm zili çalıyor... Ayrıca Tolga'nın gösterdiği performansla Türkiye'nin çok iyi bir kaleci kazandığını düşünüyorum...


Lille maçına geri dönecek olursak... Aslında Noat Samisa, önceki gün Lille'in durumundan bahsetti: 

"...Fransa'da geçen sezonun şampiyonu Lille, aynı zamanda çok çarpıcı bir araştırma sonucunda görüldüğü üzere Avrupa'nın en istikrarlı yükselen takımı. Onlar kadar iyi yönetilen, onlar kadar akılcı ve verimli büyüyen, güçlenen bir kulüp daha bulmak zor. Üstüne üstlük önümüzdeki yıl yeni stadyumlarına geçecekler ve bu sayede gelirleri daha da artacak, daha da büyüyecekler ve Fransa'nın büyük bütçeli kulüplerinin yanına yerleşecekler. Bir bakıma bunlar iyi zamanlar, halen Lille'in mağlup edilebirliği fazla. Bundan birkaç yıl sonra bu şans azalabilir..."

"...Bir adet Fransa Super Kupası ve bir adet de CL maçı olmak üzere bu sezon toplam on resmi maç oynadılar ve tamamında gol yediler. Geçtiğimiz hafta sonu da Lorient karşısında maçı 1-0 önde götürüyorken, uzatmanın son anlarında yine gole engel olamadılar ve üst üste ligde üçüncü, toplamda dördüncü beraberliklerini aldılar. Sochaux ve CSKA karşısında da aynısı oldu.

En büyük sorunları, skoru tutamamak..."

Noat Samisa'nın bahsettiği durum Trabzonspor karşısında da oldu, skoru tutamadı, koruyamadı Lille. Aslında öyle çok iyi futbol oynamasa da Trabzonspor'a karşı üstündü, hele hele ilk yarı, ki ilk yarıya baktığımızda 1 tane "şut çekmiş olmak için" çekilen şut ve bir de Serkan'ın ceza sahası içinde heyecanlandıran ama faul yaptığı pozisyonu dışında pozisyonu yoktu Trabzonspor'un ve üstüne de Trabzon savunmasının yaptığı ölümcül hatayı da gole çevirdi Lille. 2. yarı ise ilk yarıya oranla daha iyi bir Trabzonspor vardı sahada. 70. dakikada daha hareketli olan ve özellikle de Adrian Mierzejewski'nin oyuna girmesi ile hareketlenen hücum sonucu paniğe kapılır gibi olan Lille savunmasında Debuchy büyük bir acemilik göstererek ve çok gereksiz bir şekilde elle oynadı ve bunun sonucundaki penaltıyı gole çevirdi Colman ile Trabzonspor. İşte şans faktörü esas anlamda burada girdi devreye Trabzonspor için. Esasen sarı kartın da çıkması gerektiğini düşündüğüm bu pozisyona kadar ve sonrasında da rakip savunma için ölümcül tehlike teşkil eden bir durum yok. Hatta golden sonra rakip daha çok yüklendi. Bu anda 2 takımda da panik vardı, bir tarafta yenilmemek için oynayan Trabzonspor ile diğer tarafta yediği golle sarsılıp panik yapan Lille. Ancak gerek penaltı ve gerekse maç boyu Trabzonspor'un etkisiz ve kötü oyununa rağmen pozisyon bulamayan Lille hücumunun, bulduğu pozisyonlarda ise kendi aralarındaki anlaşmazlıklar sonucu pozisyonları cömertçe harcaması diğer bir şans faktörüydü Trabzonspor için...


Sonuç olarak, Şampiyonlar Ligi'nde grup maçlarının altın kuralı olan "evinde mutlaka galip gelmelisin, en azından yenilmemelisin"i sağlamasına rağmen Lille maçı da gösterdi ki Trabzonspor, eğer Avrupa'da ve Türkiye'de başarı istiyorsa, yukarıları istiyorsa kendine çekidüzen vermeli. Savunma alarm veriyor ve kaleci Tolga'nın son gayretleri ile bu iş yürümez. Ek olarak, hücum da başka bir alarm veriyor. Takım hücum yapamıyor, yapsa da ileride çoğalamıyor, atik davranamıyor. Takım ileride çoğalana kadar da rakip savunma çoktan yerleşip karşı hamleye başvuruyor. Ayrıca da görülüyor ki Burak olmadan takım gol bulamıyor, doğru düzgün atak yapamıyor... Artık takım taktiksel değişikliklere mi gider, başka çareler mi arar bilemiyorum ama bu gidişle ilerisi için umut vermiyor. Hele hele Avrupa'da takım bu gidişle gruptan çıkamaz, çıksa da en fazla bir üst turda elenir görüntüsü veriyor...

Şans faktörü futbolda bazen bizim tarafımızda oluyor. Önce 3. olduğumuz 2002 Dünya Kupası'nda gruptan çıkmamız için Brezilya eliyle yardım etmişti Millî Takımımıza... Ardından ise gözlerimize sokarcasına 2008 Avrupa Şampiyonası'nda yanımızdaydı ve orada da yarı finale kadar peşimizi bırakmamıştı... Bakalım şans faktörü Trabzonspor'un yanında daha ne kadar yer alacak? Eğer takım kendine çekidüzen vermezse daha fazla yanında olacağını düşünmüyorum. Bakalım Trabzon, çekirge misali, daha ne kadar zıplayacak?

Not: Kullanılan görseller Trabzonspor'un resmî sitesinden alınmıştır...

Not 2: Bir dönem Chelsea'de oynayan ama sonrasında Abramovich'in takımı satın alması sonrası takibi bıraktığım Chelsea'nin sağ kanadı (Chelsea sonrası akıbeti hakkında bilgi sahibi olmadığım ve bir dönem Championship Manager oynarken de favori sağ kanadım) Joe Cole'u izlemek güzeldi...

26 Eylül 2011 Pazartesi

Galileo Galilei ile Leonardo da Vinci'nin Mektuplaşması

22 Haziran 1633, Roma

Kıymetli arkadaşım Leo;

Bu satırları sana Roma Yarı Açık Cezaevi'nden yazıyorum. Geçen sene "İki Kâinat Sistemi Üzerine Konuşmalar" kitabımı yazınca Floransa polisi evimi ve ofisimi aradı. Bugün benim Özel Yetkili Roma 4. Engizisyon Ceza Mahkemesi'nde karar duruşmam vardı. Çıkan hüküm şöyle: "Savınız saçma ve düşünsel bakımdan yanlış."

Duruşmadan çıkarken "Dünya yine de dönüyor." diye bağırdım. Koca memlekette iki gazete yazdı. Mahkûm olur olmaz Bilimler Akademisi beni işten attı. Yahu hangi çağda yaşıyoruz? Koskoca Rönesans olmadı da ben hayal mi gördüm?

Bir de teleskopuma el koydular. Senin Medici ailesiyle aran iyidir. Bari teleskopumu verseler.

Galileo Galilei.


10 Ağustos 1633, Floransa

Dostum Galileo;

Dünyada senin gibi insanlar olduğu sürece bu katı zihniyetler biliyorum ki en fazla kırk-elli yıl sonra kaybolup gidecektir. Neredeyse 1700’lere geldik, bilgiyi yasaklayarak bir yere varılamayacağını anlamayacak mı bu insanlar?

Sen yüreğini ferah tut. Dünya ne tarafa dönüyor olursa olsun, bundan sonra hiç kimse onun hızını kesmeye çalışmayacaktır.

En derin sevgi ve desteğimle.

Leonardo da Vinci.


* TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Bülteni'nden (Yıl: 23, Sayı: 253 Haziran 2011) alınmıştır.

23 Eylül 2011 Cuma

Badelemek Ne Demek?

Halk arasında kullanılan bir söz vardır: "Türkçe lastik gibidir, istediğin yere çekersin." Bu ne demek? Bunun anlamı, Türkçe'de istediğin her tür kelimeyi, cümleyi, sözü belaltına çekebilirsin, cinsel anlamda kullanabilirsin. Bu yüzdendir ki "dürtmek, tıklamak, vermek, almak, ciklemek, vs." gibi günlük hayatta kullanılan kelimeler aynı zamanda erotik veya cinsel anlama da gelmekte ya da o anlamda kullanılmakta... Öte yandan, normal kelimelerin yanında bir de "bafilemek, kevaşe, vs." gibi argo sözler ve küfürler de mevcut. Bu sözlere yeni bir söz de katıldı: "Badelemek".

Badelemek

Badelemek kelimesini, 2 gün önce Radikal'de Cüneyt Özdemir'in yazısında okudum ilk olarak. (Belki bazılarınız "Bu kelimeyi yeni mi duyuyorsun?" diye sorabilir.) Aslında bu kelimeyi (ve çıktığı yeri) daha önce de duymuştum, okumuştum ama dikkat etmemiştim, ancak iki gün önce okuduğum yazıdan sonra burada da bahsetmeyi uygun gördüm...

Badelemek kelimesi aslında Farsça içki anlamına gelen "bade" kökünden geliyor, ki bade kelimesi birçok şiirde, şarkıda geçer. Ancak "badelemek" kelimesinin anlamı "bade" kökünden çok farklı, anlamı argoda "saksafon" ya da "ağzına vermek" ile ifade edilen "oral seks yaptırmak".

"Badeleme"nin Çıkış Noktası

Badelemek ifadesinin çıktığı yer ya da bu kelimeyi kullanan kişi (ekşi sözlük tabiriyle patent sahibi) sahte bir şeyh. Olay da şu: Bursa'da sahte şeyh Uğur Korunmaz, kadın-erkek demeden müritleriyle Kırklar Dergahı dediği evinde cinsel ilişkiye girmiş, onları badelemiş. Müritlerini "cennet vaadiyle" badeleyen sahte şeyh kendisini "İlişkiye girmesem delirirlerdi.", "Pirim de beni badeledi, terfi ettim." diye savunmuş... Polisin tutukladığı ve 5'i kadın 17 kişinin şikayetçi olduğu sahte şeyhe, müritleri "nişanlı, eş, yenge, anne, kardeş" gibi bilumum "dost ve akrabalarını" sunmuş, pardon getirmiş...


Şimdi, buraya kadar normal. Aslında normal değil, aşırı derecede anormal ama Türkiye şartlarında ve Türkiye toplumunda, şıh-şeyh-hoca-tarikat-cemaat gibi şeylerle kafayı yemiş bir toplumda normal. Daha da anormal bir durum var bu "badeci" sahte şeyh ile ilgili: 20 Eylül günü görülen davada, badeci şeyhten şikayetçi olan 17 müritten 14'ü "şeyhin badelemesi sonrası dertlerine derman bulduklarını" söyleyerek şikayetlerinden vazgeçmiş...

Badeci Şeyh ve Dinci Toplum

Aslında bu badeci şeyhin olayı da, müritlerinin hareketleri de beni pek şaşırtmadı. Yukarıda da dediğim gibi eğer Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız ve kafayı din-şeyh-tarikat-hoca-cemaat ile bozmuş/yemiş bir toplumda bulunuyorsanız bunlar gayet normal geliyor...

Dinci topluma bakıyorum hiç ses yok bununla ilgili. Halbuki ilk başta onların buna karşı çıkması gerekmez miydi, "dini lekeliyor, din bu değil" demesi gerekmez miydi? Ancak Türkiye'de olduğumu hatırlayıp vazgeçiyorum bu sorulardan. Çünkü bizim dinci toplum karşı çıkmaz bunlara, aksine destekler. Ne de olsa aynı yoldalar, yok birbirlerinden farkları. Hepsi de yıllardır toplumu badeliyor, toplum ise uyutulmuş ve uyuşturulmuş biçimde bundan, bu tecavüzden zevk alıyor, sesini çıkartmıyor, müritler gibi "deva buldum" deyip daha da göklere çıkartıyor. Ancak buna karşılık "ne oluyor" dendiğinde, tepki gösterildiğinde, ses çıkartıldığında ise önce bu badelenen toplum sesini yükseltiyor, karşılık veriyor... Bu olaydaki tek fark ise bu şeyhin badeleme işini mecazdan gerçeğe dökmesi olmuş.


Utanmadan, sanki öncekiler dinsizmiş gibi "Türkiye'yi ilk defa Müslüman bir başbakan ve cumhurbaşkanı yönetiyor." diyenlerin (ancak burada kendileri için Ulu Manitu seviyesinde olan Adnan Menderes ve Turgut Özal'ı da aynı "dinsiz güruhun" içinde andıklarının ayırdında dahi olamayanların) foyası yakın zamanda Hüseyin Üzmez denen dinci gazeteci adamın 14 yaşındaki kızı taciziyle ortaya çıkmıştı. Ardından ise Deniz Feneri vurgunuyla perçinlenmişti. Bizim dinci toplumumuz ne yaptı? Başta dinci toplumun kadınları olmak üzere hepsi "Hüseyin Üzmez böyle bir şey yapmaz, içeceğine ilaç atılmıştır." diye savunmuştu. Çok Nuri Alço filmi seyredildiği anlaşılan bu toplumun kafasının basmadığı şey ise "ilaçlı kişi nasıl oluyor da taciz edebiliyor, o ilacı kim-nerede-nasıl attı, Hüzeyin Üzmez bu kadar saf mı, Hüzeyin Üzmez'in orada ne işi var" gibi soruları soramaması idi. Gerçi temeli soru sormak olan felsefeye dinsizlik diyen, soru sormaya/sorgulamaya günah, koşulsuz itaate sevap diyen bir toplumdan bunu beklemek zaten hayalüstü bir durum... Deniz Feneri davası ise ayrı bir komedi. "Din kardeşlerinin" dinî duygularını sömüren bir derneğe soruşturmayı Alman makamları başlattı. "Başka bir toplum ve başka bir dinden de olsa bu durum insan haklarına aykırıdır." dedi ve soruşturmayı başlattı, kökü Türkiye'de diyerek davayı Türkiye'ye taşıdı. Peki, bizim dinci toplum ve onun "müslüman hükümeti" ne yaptı? Mümkün olduğunca gözden kaçırmaya, saklamaya, üstünü örtmeye, süreci yavaşlatmaya ve hatta durdurmaya çalıştılar. Ardından tutuklamalar gelince de "yargısız infaz, hukuksuzluk, vb." ifadelerle yaygara kopardılar ve bunun sonucu da soruşturmayı yürüten 3 savcıyı görevden aldılar. (Hukukî olarak bunun anlamı cezalandırmadır. Davanın şu andaki durumuna gelmesi için yeni savcılar baştan başlayacak ve yıllar sürecek.)

Yukarıdaki paragrafta alıntıladığım sadece 2 olay. Bunlar ve bu yazının temelini oluşturan "badeleme" gibi yüzlerce olay var... Toplum ise adeta uyuşturulmuş, Hüseyin Üzmez misali "içeceğine ilaç atılmış" vaziyette. Kimsenin bir şikayeti yok, çok memnun, üstüne ise bir şey dendiğinde bu toplum saldırır vaziyette. "Kardeşim, sen tecavüzden ve badelenmeden zevk alıyorsan bana ne, ama beni bu işe bulaştırma!" diyeceğim, gene vazgeçiyorum çünkü bu durumda kendilerininki sanki dinmiş gibi, bu durumu eleştiren, buna karşı çıkan ve uyaran biz "dinsiz, Allahsız, kitapsız" ve hatta "katli vacip" durumunda oluyoruz. Yalan mı?

Neyse... Olaya geri dönecek olursak, "Yıl 2011 olmuş, bu tür şeyler hâlâ nasıl olabilir?" diye soranlar çıkabilir. Kardeşim, yıl değil 2011, 2111 de olsa değişen bir şey olmaz. Bu toplum değil mi dinin ve dindarlığın tek koşulu olarak türbanı gösteren, sanki Arapçasını okuyormuş ve anlıyormuş gibi Türkçe Kuran'a karşı çıkan ve "Türkçe Kuran okuyup da kafamın karışmasını istemiyorum." diyen, önünde Kuran durduğu hâlde okumayan, onu sandıklara hapseden, sonra da "ben hocama-şeyhime sorayım" ya da "Hocam bizim dinimizde bu nasıldır, Kuran'da var mı?" diyen, üstüne üstlük dalga geçercesine "İslam'ın ilk emri 'Oku'dur" diyen? Bu toplum değil mi, sanki bütün meselelerini halletmiş ve sanki kendileri dinlerini uyguluyormuş gibi "Hocam, kendilerine kitap gelmeyen toplumların durumu ne olacak?" diyen veya aldıkları 3 kuruşluk asgarî ücretle ayın ortasını bile göremediği hâlde ve oralara gitme ihtimali 0'ın altında olduğu hâlde "kutuplarda namaz ve oruç vakitlerinin nasıl olacağını" merak eden?

Bu toplum kalkıp "İslam'ın namusunu kurtaran", masraflarını cebinden karşılayarak Kuran'ı Türkçe'ye tercüme ettiren ve en ücra köye kadar gönderen, "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.", "Türkiye, şeyhler, dervişler, meczuplar ülkesi olamaz." diyen adamın ülkesini aldı "İslam=Türban", "Velev ki türban siyasi simge", "Hem laik hem Müslüman olunmaz.", "Devlet laik olur, birey laik olmaz." (o ne demekse!) diyen adamın ve zihniyetinin ülkesine çevirdi... Bu topluma, yazık diyorum ama acımıyorum. Aslında bu toplumda yaşamasam, memnun olduğu durum beni ilgilendirmez ama ister istemez ucu (artık ucu da değil köküyle birlikte tamamı) bana da (bize de) dokunuyor, artık dokunmakla da kalmayıp içeri giriyor...

Yıllar yılı TV'de, sinemada topluma sahte hocalar, sahte şeyler, gösterildi. (Kabul, bazısı kasıtlı ve kötü niyetli de olsa) Tükürükçü, üfürükçü, vb. sahtekar yobazlar, dinle ilgisi olmayan ve dini kullanarak insanları kullanan, kandıran ve cebini dolduran insanlar gösterildi. Peki, toplum ne yaptı? Uyandı mı? Ne gezer! Uyanmak yerine "Bunlar hocaları, imamları kötü gösteriyor, dini kötülüyor." dendi. El insaf! Peki, toplum doğrusunu bulabildi mi? Kocaman bir "hayır"... En büyük örneği de zaten badelenen ve bu badelenmeden "şifa bulan!" ve hatta üstüne anası, karısı, kız kardeşi dahil eş-dost ve akrabalarını şeyhe sunan insanlar değil mi!!!


Kendisine dokunmanın ibadet, onu üzmenin günah sayıldığı ve adeta son peygamber olarak görülen bir adamın ve zihniyetinin yönettiği, fakirliği kader, mücadele etmeyi asilik ve günah olarak gören, her şeyi ahirete havale eden, bilimsel uğraşıyı "öteki tarafa ne faydası var" diyerek dışlayan, bununla birlikte kendisi sanki gönül rahatlığıyla satın alabiliyor ve kullanabiliyormuş gibi "Küba'da Marlboro içmek, Mercedes'e binmek yasak" ya da sanki cebinde bir tomar varmış gibi "Küba'da dolar kullanmak yasak" diyerek Kübalıların dertlerine (!) üzülen insanların olduğu bir toplumda bu tür şeylerin olması artık abes kaçmıyor benim için... 

Badeci şeyh olayında veya benzer durumdaki başka olaylarda suçlu olan "halkın dinî duygularıyla oynayan ve onları kandıran" şeyhler-hocalar mı yoksa "aklını kullanmayarak başkasına ipotek ettiren, kendisini kullandırtan ve buna ses çıkartmayan, üstelik de zevk alan" toplum mu? Kusura bakmayın ama bence suçlu olan ikincisi...

Yazıyı, Cüneyt Özdemir'in dediği gibi "Böyle müritleri, böyle şeyh ne kadar badelese az!" diye mi, kullanmayacağını bile bile "Allah akıl-fikir versin!" diyerek mi yoksa "Allah belanızı versin!" diyerek mi (vermiş zaten) bitirsek???

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...