10 Ekim 2011 Pazartesi

Yıldırım Demirören: Beşiktaşlıları Utandıran Adam!!!

Yıldırım Demirören... Beşiktaş taraftarıyla, camiasıyla bir türlü yıldızı barışmayan Beşiktaş'ın başkanı. Nedenlerine gelince, saymakla bitmez. Şu bir gerçek ki Yıldırım Demirören (YD) ismini duyup da hakkında olumlu konuşan Beşiktaşlı sayısı azdır, giderek de azalmaktadır...


Şimdi bu konuda en başa gidelim... Serdar Bilgili, 1992 yılında Süleyman Seba yönetimindeki Beşiktaş Yönetim Kurulu'na seçildi ve böylece onun Beşiktaş'taki yöneticilik görevi başladı. 1992-98 yılları arasında Beşiktaş Yönetim Kurulu'nda görev yapan Bilgili, 2000 yılındaki başkanlık seçimini kazanarak kulübe başkan oldu. Daha önce kulüpte 6 sene gibi bir süre çeşitli görevlerde yöneticilik yapan Bilgili, başkanlığının ilk döneminde (2 yıl) pek fazla bir başarı gösteremedi. Buna rağmen 2002'deki seçimlerde oyların yarısından fazlasını alarak yeniden başkan seçildi. 2. dönemi gösterdi ki aslında başkanlığının ilk dönemi, başkanlık görevi açısından bir acemilik, bir altyapı dönemiydi, zira 2. dönemi çok farklı bir tablo içeriyordu. İlk dönemindeki başarısızlıklarından ders çıkaran, yanlışlarını gören ve de acemiliğini üstünden atan Serdar Bilgili iyi işler çıkartıyordu, üstelik bu dönemin Beşiktaş'ın 100. yılına denk gelmesi ise ayrı bir olaydı. Bu dönemde, öyle bir takım, öyle bir sistem kurulmuştur ki çeşitli branşlarda başarılı olmuştur Beşiktaş. Futbol takımına baktığımızda ise tüm sezon boyunca tek yenilgi alarak şampiyon olmuş, ertesi sezon ise ilk yarıyı kayıpsız atlatmıştır, ki bu 51 maçta 1 yenilgi anlamına geliyordu. 100. yıldaki (2002-2003 sezonu) güzel, etkili ve başarılı futbol uzun sürmedi, süremedi maalesef. 101. yılın ilk yarı sonunda en yakın rakibi Fenerbahçe'nin 11 puan önündeydi (Fenerbahçe'nin 1 maçı eksikti çünkü Çaykur Rizespor maçında çift sarıdan kırmızı çıkmayınca kural ihlalinden maç iptal olmuş ve 2. yarının başında yeniden oynatılmasına karar verilmişti), Avrupa'da da çeyrek finalin kapısından dönmüştü Beşiktaş ama operasyon uzakta değildi. Maraton programında Şansal Büyüka ve Erman Toroğlu "Beşiktaş'ın önünü kesmek gerek, yoksa bu ligin tadı kalmaz. Kimse sonucu belli olan ligi izlemez ve bu gidişle hepimiz aç kalacağız." türünde, görünürde espili ama gerçekçi yorumlar yapmıştı... 25 Ocak 2004'te İnönü'de oynanan, 2. yarının ilk maçı olan Beşiktaş-Samsunpor maçıyla operasyon başlamıştı. Bu maçta Cem Papila 5 kırmızı kart göstermiş ve Beşiktaş hükmen yenik sayılmıştı. Operasyon lig sonuna kadar devam etti. O maça kadar geride kalan 51 maçta 1 yenilgi alan takım, sonraki 17 maçta doğru dürüst, hele hele neredeyse 2 maç üst üste galibiyet alamıyordu. Sonuçta Fenerbahçe 11 puan geriden geldi ve açık farkla şampiyon oldu. Herkes Beşiktaş'ın olumsuz durumunu Samsunpor maçındaki 5 kırmızıya bağlıyordu ama bir operasyon olduğu gözümüzün içine sokarcasına ortadaydı...

YD'ye gelirsek... YD'nin o dönemdeki durumu ve yaptıkları da dikkate değerdir. Serdar Bilgili yönetimindeki kulüpte Futbol Şube Sorumluluğu görevinde bulunan ve 100. yıldaki şampiyon ekipte yer alan YD, 11 Kasım 2003 günlü açıklamasında istifayı düşünmediğini ve başkan Serdar Bilgili'ye bağlılığını bildirirken, 13 Kasım 2003 günü ise başkanlık için önünü açmak üzere (Tesisler Komitesi Başkanlığı ve Futbol Komitesi Üyeliği görevlerini yürüten yönetici ve aynı zamanda eniştesi olan (kız kardeşinin kocası) Kıvanç Oktay ile birlikte) istifasını sunmaktadır. Bu dikkate değerdir çünkü operasyon saha içinden önce kulüp içinde başlamış ve bunun için de YD seçilmiştir. Kulüp için 24 Nisan 2004 tarihi önemlidir zira o günkü Fenerbahçe maçında Beşiktaş tribünlerinden Başkan Serdar Bilgili'ye ve özellikle de kızına organize bir şekilde küfredilmiştir. Küfredenler de öyle sıradan insanlar değildir, localardan, kombine alanlardan ve VIP'ten küfür gelmiştir başkana ve kızına. Bu küfürlerin ise YD tarafından organize edildiği ve YD tarafından küfür ettirildiği iddiaları mevcuttur. Başkan Bilgili istifa kararı almış, bununla birlikte teknik direktör Lucescu da ayrılık kararı almıştır. Yaprak dökümü gerçekleşmekte, istifalar birer ikişer gelmekte, operasyon işlemektedir. (Türkiye benzer bir durumu daha önce, 2002'de, siyaset arenasında yaşamış ve o dönem iktidardaki DSP'den başını İsmail Cem'in çektiğ ekip istifa etmiş ve istifalar sonucu parti dağılmıştır. Her ne kadar parti halen varlığını devam ettirse de o gün, o dönem siyaseten rahmetli olmuştur.) 


Beşiktaş'ın onurlu, dürüst, temiz ve başarılı başkanı Serdar Bilgili ve yönetimi istifa etmiştir. Başta Divan Kurulu Başkanı Şeref Nasır olmak üzere Divan Kurulu üyeleri ve Beşiktaşlılar Serdar Bilgili'nin kulübün başından gitmemesini istediler ama olmadı. Seçim kararı alındı. Tarihler 6 Mayıs 2004'ü gösterirken bir isim başkanlığa adaylığını koydu. Sürpriz olmayacağı üzere bu isim: Yıldırım Demirören. 30 Mayıs 2004 tarihindeki seçimde Fikret Orman'ın 162 oy önünde seçimi kazanarak başkan seçilmiştir. (YD: 3272, Fikret Orman: 3110, Erol Kaynar: 218, Affan Keçeci: 210) Kulübün 32. başkanı olan YD ve asbaşkan olacak olan eniştesi Kıvanç Oktay 30 Mayıs 2004 tarihinde başa geçmiştir. Belki o dönem, 100. yıldaki şampiyonluğun ve o ekipte bulunmalarının hatırına Beşiktaşlılarca olumlu karşılandı YD'nin başkanlığı ancak ilerleyen süreçte bu olumlu durum yerini olumsuzluğa, pişmanlığa, üzüntüye, kızgınlığa ve hatta nefrete bıraktı.

YD'nin Başkanlık Serüveni

Yukarıdaki giriş kısmını uzun ve belki de gereksiz bulanlar olacaktır ama Beşiktaş'la ve YD ile ilgili bazı gerçekleri hatırlatmak ve yazının geri kalanının da altyapısını oluşturmak için koydum. Neyse... 2004'te YD'nin başkan olmasıyla adeta tamamlandı operasyon. YD'nin başkanlığı sonrası nedense hiç gündeme gelmedi, araştırılmadı 2003-2004 sezonunda yapılan operasyon, Beşiktaş'ın şampiyonluğunun elden gitmesi. Ancak sorumlusunun başta olduğu düşünülünce bunun neden yapılmadığı da anlaşılıyor. İlginçtir, baş sorumlu YD 29 Mart 2005'te, TBMM Araştırma Komisyonu'na bilgi veriyor ve "kaçan şampiyonluğun araştırılmasını" istiyor. İstiyor istemesine ama ne kendisi kılını kıpırdatıyor bu konuda ne araştırma yapıp peşine düşüyor ne de komisyonu zorluyor. Futbol terimiyle tribünlere oynuyor. Yine bu dönemde ilginç bir şekilde, 18 Kasım 2005'te istifa edeceğini ve başkanlığını bırakacağını açıklayan YD, aynen Serdar Bilgili döneminde yaptığı gibi çark ederek, sadece 2 gün sonra, 20 Kasım 2005'te vazgeçtiğini ve Ocak 2007'ye kadar kalmaya karar verdiğini açıkladı.


Serdar Bilgili'nin saat gibi işleyen kaliteli ekibi yavaş yavaş bozuldu. Üstüne üstlük "parayla saadet" olacağını düşünen ve "neyse parası veririz" mantığıyla hareket eden bir ekip ve anlayış oluştu Beşiktaş'ta. Hesapsız ve isabetsiz yapılan transferler, kontrolsüz harcanan paralar, gereğinden fazla ödenen transfer ücretleri ve tazminatlar damgasını vurdu. Mesela bir türlü istikrarı yakalayamayan ve istenen başarıyı sağlayaman Jean Tigana'nın tazminatı yüzünden gönderilememesi, CAS'ın verdiği Vicente Del Bosque ve yardımcılarına tazminat ödenmesi kararını örnek verebiliriz. Transferde ise düşüncesizce ve gereksizce yapılan transferleri örnek verebiliriz. Ancak bu transferler içinde birisi var ki ona değinmeden edemeyiz: Tabata transferi. Tabata'yı 8 milyon Euro'ya Gaziantepsor'dan transfer etti ve şu ana kadarki en pahalı transfer konumunda. Bu transfer haklı olarak çok eleştirildi ve sonuç ortada! Tabata şu anda Beşiktaş'ta yok...

YD, Beşiktaşlılarca "ne zaman gidecek" diye gözünün içine bakılan bir isim. Kulübün karanlık ismi Sinan Engin varken gitmesi gereken kişi sayısı 2 olarak görülüyordu, o istifa edince "kaldı 1" denildi.  Mustafa Denizli geldi bu sayı 2'ye çıktı, o gitti tekrar 1'e düştü. Ne yazık ki bu sayı hiç 0 olmadı!


Bir dönem eski Fenerbahçelileri toplayan YD'yi bugün "Guti, Quaresma gibi dünya yıldızlarını getiriyor" diye sevenler, övenler olabilir ama ortada kalıcı bir başarı olmadıktan sonra yıldızları getirmenin anlamı yok. Üstelik Metin, Ali, Feyyaz, Rıza, Recep, Mutlu gibi adamlar bulamadıktan, yetiştiremedikten sonra yıldızları getirmek ancak günü kurtarmak, tribünlere oynamak ve gereksiz transfer harcamalarına girmektir.

Bugün kulübe baktığımızda, kulüp YD'nin elinde adeta Milangazspor'a dönmüş vaziyettedir. Kulübün 25 Eylül 2011'deki Divan Kurulu Toplantısı'nda yapılan açıklamaya göre 30 Haziran 2011 itibariyle toplam borç 357 milyon lira iken YD'ye olan borç 85 milyon liradır. Yani borcun 4'te 1'i YD'yedir, üstelik yeni transferler ve harcamalar yani 30 Haziran sonrası dahil değildir bu tabloya.

Bugün YD Beşiktaş için "atsan atılmaz satsan satılmaz" bir duruma gelmiştir. Kulübün YD'ye olan borcu bu konuda en önemli etkendir. Bu konuyla ilgili olarak YD'nin 8 Ocak 2010 tarihli "Seçimi kaybedersem paramı alırım. Hele hele seçilen kişi kötü niyetliyse kongrenin ertesi günü alırım." şeklinde beyanatı da mevcuttur. Bu demektir ki kulüp tamamen YD'nin şahsına ve keyfine endeksli hâldedir. Buradaki "kötü niyet"ten kastın ne olduğu ise tamamen YD'nin kendi şahsî ve keyfî kanaatine bırakılmıştır.

Şike Operasyonu

Kuşkusuz, Türk Futbolu için 3 Temmuz 2011 tarihi önemli bir tarih çünkü bu tarihte şike operasyonu başlatılmıştır. Şunu kabul edelim ki operasyon özelde Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım endekslidir ama Beşiktaş da Serdal Adalı, Tayfur Havutçu ve Ahmet Ateş ile birlikte buna dahil edilmiştir. Bu konuda bazı şeylere ilerleyen yazılarda değinmeyi düşünüyorum. Bunun dışında, konuyla ilgili bazı hususlara bir önceki yazımda değindiğim için burada tekrar değinmeyip işin Beşiktaş kısmına değineceğim kısaca. 

13 Temmuz 2011 günü Beşiktaş'tan Asbaşkan Serdal Adalı, Teknik direktör Tayfur Havutçu ve Ahmet Ateş ile birlikte İstanbul Büyükşehir Belediyespor'dan futbolcular İbrahim Akın ve İskender Alın tutuklandı. Bu tutuklamanın gerekçesi ise 2010-2011 sezonu Türkiye Kupası finalinde yapılan şike olarak ifade edildi. Bu durumun ortaya çıkmasıyla birlikte Beşiktaş taraftarı adeta organize olmuş bir şekilde "eğer böyle bir şey varsa biz bu kupayı istemiyoruz", "eğer şike varsa, pislik varsa bizi düşürün" şeklinde YD'nin vurguladığı ama bir türlü gösteremediği "Beşiktaşlı duruşu"nu gösteriyordu. Çok açık ve net olarak Beşiktaşlılar bunu sahiplenmiyor ve eğer pislik varsa kupanın iadesini ve hatta bir alt lige düşürülmeyi istiyorlardı. Fenerbahçelilerin "ligin marka değeri", "Fenerbahçe'nin önemi" gibi yaklaşımlarına karşın Beşiktaşlıların bu duruşu çok dikkat çekti ve takdir topladı. Öyle ki, Beşiktaşlı olmayanlar bile çok takdir ettiklerini ve "Beşiktaşlı duruşu dedikleri sanırım bu." şeklinde yorumlarını beyan ediyordu. Bu durum daha sonra Çarşı'nın meşhur manifestosuna yansıdı ve ardından da gelen tepki ve talepler üzerine YD, "aklanana kadar" 2010-2011 Türkiye Kupası'nı federasyona iade etti.


YD'nin kupayı iadesinin getirdiği bazı hususlar ya da soru işaretleri var, bunu belirtmem gerek. YD burada Beşiktaşlıların sesine kulak vererek kupayı iade etmiştir. Tabiî burada şunları sormak gerek:

1- YD'nin kupayı iadesi gerçekten takdir edilecek, örnek alınacak bir davranış mıdır?
2- YD'nin kupayı iadesi kuşkusuz alkışlanacak bir husustur ancak kupayı iadesine rağmen getirisi olan UEFA'ya katılmıştır. Bu sebeple, kupayı iadesi tribünlere oynanan bir oyun mudur, bir dalavere midir, ucuz kahramanlık mıdır?
3- Beşiktaş adına YD, kupayı iade ederken aynı operasyonda şaibeli olan Fenerbahçe, Beşiktaş'ın yaptığını yapmayarak 2010-2011 Türkiye Ligi Şampiyonluk Kupası'nı iade etmemiştir. Bu durumda, Fenerbahçe'nin kupayı iade etmediği bir durumda Beşiktaş'ın ve YD'nin kupayı iadesi, en hafif tabirle saflık mıdır?

Bu soruları sormak gerekir. Kuşkusuz bunlardan saflık diyen de çıkacaktır, ucuz kahramanlık diyen de, takdir edilecek bir davranış diyen de. İlginçtir, kim ne derse desin, bu hususta herkes kendi açısından haklıdır.

Şike operasyonunda ilerleyen süreçte YD'nin tutumu ve davranışları ilginçtir. Öncelikle şunu belirtmem gerekir, teknik direktörü, yöneticisi, vs. şikeye, şaibeye karışıyorsa ya da en azından bu konuda iddialar varsa, en azından kulüp başkanı olarak YD'nin de ifadesi alınmalıydı, ancak ilginçtir bu aşamada hiçbir şekilde YD'nin ifadesine başvurulmamıştır. YD, bu süreçte içerideki Beşiktaşlıları savunacağı yerde onları dışlamış, TFF'ye, TFF'nin gizli patronu Digiturk ve Lig TV'ye ve de mevcut siyasi iktidara yaranma ve hatta yalakalık yoluna gitmiştir. Bu hususta, kendisi ve Aziz Yıldırım'ın yerine başkan seçildiği Kulüpler Birliği'nin, yayıncı kuruluş Lig TV'nin açıkça isteği ve direktifi olan "play-off sistemini" savunması dikkate değerdir. (Lig TV, play-off maçlarını ayrı paket hâlinde satacağını açıklamıştır!) Beşiktaş Başkanlığı'nın yanı sıra artık Kulüpler Birliği Başkanlığı unvanları da bulunan YD'ye bu unvanlar yetmemiş olacak ki Digiturk'un fahri dekoder satış-pazarlama elemanlığı görevini ve unvanını da üstlenmiştir. Bu hususta, 24 Ağustos 2011 tarihinde yaptığı şu açıklama dikkate değerdir (Bu işin ayrıntılarını Noat Samisa çok güzel açıklamış. Okumanızı öneririm):

''...Futbol ailesinin tek amacı vardır; yere düşmüş olan futbolumuzu ayağa kaldırmak. Bu her futbolseverin de birinci vazifesidir. Maç fazlalığı, derbi maçların fazla oynanması, bu canlılığı tekrar geri getirecektir. Kişiler geçicidir, kulüpler kalıcıdır; herkesin dekoder alarak kulübüne sahip çıkması gerektiğine inanıyoruz.''

Yıldırım Demirören - 24 Ağustos 2011


Siyasî İktidarla İlişkiler ve Bardağı Taşıran Son Damla: Taziye Mesajı

Gelelim zurnanın zırt dediği, bu yazının yazılmasına ve başlığın atılmasına sebep olan kısma... Bu kısımda şunu belirtmeyi uygun görüyorum: Burada siyasî iktidar derken tabiî ki mevcut AKP iktidarını kast ediyorum. Eğer AKP iktidarı yerine başka bir iktidar ya da YD yerine başka bir başkan ve yönetim olsaydı gene de aynı şekilde eleştirilerimi belirtirdim...

YD'nin siyasî iktidarla ilişkisi hiçbir zaman kötü olmamıştır, YD de hep iyi ve diri tutmak için çabalamıştır. Bunun sebebi Beşiktaş için stad projesi olduğu kadar YD'nin şahsî işleri ve iş dünyasındaki konumuyla da ilgilidir. YD bu hususta, sırf iktidara yaranmak ve iktidar ilişkileri için bir ara eski İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu'nun oğlu Murat Aksu'yu yönetime almış ve ona 2. Başkanlık görevini vermiştir. Sonradan Murat Aksu ile anlaşamamışlar ve Murat Aksu ayrılmıştır, o ayrı konu...


YD'nin yaptığı son hareket ise bardağı taşıran son nokta olmuştur. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın annesinin vefatı dolayısıyla, Beşiktaş adına kulübün resmî sitesinden taziye mesajı taraflı tarafsız herkesin dikkatini çekmiş, "Demirören ne yapıyor" ve "yalakalığın bu kadarına da pes" dedirtmiştir:

Kıymetli Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın annesi Tenzile Erdoğan'ın vefatı beni, ailemi ve camiamızı derinden üzmüştür.

Türkiye Cumhuriyeti'nin muasır medeniyetler seviyesine yükselmesi hedefinde büyük işler başaran, son yılların en büyük ekonomik yükselişinin mimarı olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ı bizlere armağan eden, vefakâr annelerimizden Tenzile Erdoğan'a Allah'tan rahmet, Erdoğan ailesine ve yakınlarına başsağlığı dilerim.

Yıldırım Demirören
Beşiktaş JK Yönetim Kurulu Başkanı

"Ne muasır medeniyeti, ne ekonomik yükselişi!" gibi konulara girmeyeceğim burada ama böyle bir taziye olmaz. "Taziye mesajı yayınlamasın mı, yayınlayamaz mı?" diye soran çıkabilir. Yayınlar, yayınlayabilir tabiî. Burada söz konusu olan yayınlaması değil, içeriği. Eğer normal bir taziye mesajı olsaydı, yani yalakalık kısımları olmasaydı kimse bir şey demezdi, diyemezdi. Ha eğer YD ille de böyle bir taziye yayınlamak istiyorsa bunu şahsı adına, ailesi adına, o da olmadı şirketi adına yayınlayabilirdi ama Beşiktaş adına kabul edilebilir değil bu. Beşiktaş YD'nin malı ya da çiftliği değil, kendi işleri ve keyfî işleri için kullanabileceği bir yer değil...  

YD'nin taziyeden öte her şey içeren taziye mesajı çok tartışıldı ve haklı olarak da çok eleştirildi, eleştiriliyor sözlüklerde, forumlarda, bloglarda ve Beşiktaş sitelerinde. Herkes kendince fikrini, yorumunu, tepkisini belirtiyor, hatta "Ortadoğu'nun Sultanı gibi ifadeler yok" diye dalga geçiliyor ya da "8-0'lık Liverpool yenilgisi bile bu kadar utandırmamıştı." şeklinde yorumlar yapılıyor ama bu konuda Burası Kapalı Ailesi'nin, benim de altına imzamı atabileceğim, cevap niteliğinde bir mesajı var ki yayınlamadan geçemeyeceğim:

Kıymetsiz Başkanımız Yıldırım Demirören yüzünden Beşiktaş ilkelerinin vefat etmesi, Burası Kapalı ailesini ve camiamızı derinden üzmüştür.

Beşiktaş Kulübünün mahalli ruhunu görmezden gelerek camiayı vahşi kapitalizmin adeta esiri haline getiren, saçma sapan transferlere cebinden saçtığı milyon dolarla kulübü borç bağımlısı haline getiren, kulübümüzün ahlaki değerlerine tarihin en büyük çöküşünü yaşatan, şike ve teşvik primi cezaları hafiflesin diye Kulüpler Birliği Başkanı sıfatıyla Bakanlık kapılarını aşındıran, iktidarda olan bir siyasi lidere yaranmak için şahsi acı ve kayıplarını kullanmakta beis görmeyen ve bu sömürüye Beşiktaş resmi internet sitesini ve camiasını alet etmekten çekinmeyen Yıldırım Demirören sebebiyle hakkın rahmetine uğurladığımız koca çınar Beşiktaş asaletine, tarafsızlığına, dürüstlüğüne, kimsenin adamı olmama vasfına Allah’tan rahmet ve büyük Beşiktaş taraftarına başsağlığı dileriz.

Saygılarımızla,

BURASI KAPALI AİLESİ


Burası Kapalı Ailesi'nin yayınladığı mesajın bir benzeri de Önce Beşiktaş tarafından yayınlandı hem resim (yukarıdaki) hem de yazılı olarak:

Başkan yine abarttı!

Başbakanımızın annesinin vefatı üzerine kulübümüzün resmi sitesinden başkanımız adına yayınlanan başsağlığı mesajı amacını aşıp siyasi propagandaya dönüşmesini hayretler içinde okuduk.

Beşiktaş JK hiçbir siyasi düşünceye hizmet etmeyip her düşünce ve görüşe eşit mesafede olması gerekirken başkanımızın bunu hiçe saymasını kendini öne çıkarmasını tarihimize kara leke olarak yazdık.

YD'yi artık tanıyamıyoruz. Nerede o 100. yılımızdaki YD, nerede bugünkü YD! Şu anki hâli açıkça utandırmaktadır, yerin dibine sokmaktadır, yalakalıkta sınır tanımamaktadır. YD'nin derdi artık Beşiktaş değil, derdi kendisi, ailesi ve cebi... Ancak şunu belirtmem gerekir ki eğer olur da başkanlığı bırakırsa AKP milletvekilliği hazır gibi görünüyor ya da en azından onun altyapısını yapıyor. Ayrıca ihaleler ve de iş hayatındaki çeşitli iş ve girişimleri için de koruma kalkanını hazırlamış bulunuyor... Beşiktaş'ta birçok yönetici, teknik ekip geldi geçti ama YD'nin kendisi bir türlü gidemedi!!!

Son olarak şunu demek istiyorum: Beşiktaş'ta YD bir türlü gitmedi, gidemedi. Galatasaray, Adnan Polat faciası yaşadı ve kurtuldu. Şu anki başkan Ünal Aysal'ın bu konulardaki durumunu tam bilmediğimden o konuda bir şey diyemem ama Fenerbahçelilere başkanları Aziz Yıldırım'a sahip çıkmalarını öneriyorum. Aziz Yıldırım iyidir kötüdür o ayrı bir konu ama eğer YD ya da Adnan Polat türü bir başkan istemiyorlarsa başkanlarına sahip çıksınlar çünkü Fenerbahçe'de de bu türde bir başkan ve yönetimin olması çabası var.

Not: YD'nin icraatlerine ve açıklamalarına ayrıntılı bir şekilde BJK Online'dan, Donanım Haber Forumundan ulaşabilirsiniz.

Not 2: Kuşkusuz ölüm, yüzü soğuk bir kavram. Hiç sevmediği bir kişinin ölüm haberinde bile insanın içini burukluk kaplıyor, ister istemez bir hüzün kaplıyor... Ben de, her ne kadar kendisinin muhalifi olsam da, yalakalıktan uzak ve samimi bir şekilde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a başsağlığı diliyor, annesi Tenzile  Erdoğan'a da Allah'tan rahmet diliyorum... Her ne kadar yeri olmasa da bu cenaze vesilesiyle başbakanın, hürriyetlerinden yoksun bıraktığı insanların ve ailelerinin, bir türlü cenazelerine gitmediği ve görüşmek için de randevu vermediği şehitlerin ailelerinin durumlarını anlamasını umuyorum. Yine bu sebeple "ananı da al git" lafını düşündü mü merak ediyorum. Toparlarsak aslında dünyanın fani, hayatın ve gereksiz mücadelelerin yalan, kralın aslında çıplak olduğunun farkına varmasını umuyorum.

Not 3: Aslında ilk başta yazının başlığını "Yıldırım Demirören: Nam-ı Diğer Bay Yalaka!" koymuştum. Sonra ise bunun ağır olduğunu düşündüm ve değiştirmeyi uygun buldum.

27 Eylül 2011 Salı

Avrupa'da Şans Trabzonspor'dan Yana

Trabzonspor için Şampiyonlar Ligi'nde, hele hele ön eleme oynamadan doğrudan gruplarda mücadele etmek, hiç beklenmeyen ve adeta altın bir tepside sunulan bir hediye babındaydı... Aslında Şampiyonlar Ligi'nde bu sezon mücadele etmişti Trabzonspor. Benfica ile ön eleme turunda karşı karşıya geldi ve 2-0 ve 1-1'lik skorlarla elenerek UEFA'ya düştü. Burada da Athletic Bilbao ile eşleşti. 0-0'lık karşılaşmanın ardından "eler mi eleyemez mi" derken sürpriz bir şekilde 2010-2011 Türkiye Süper Ligi'ni şampiyon olarak bitiren Fenerbahçe'nin yerine Şampiyonlar Ligi'ne alındı. Böylece Trabzonspor, aynı sezon içinde 2. defa ve hem de elemesiz doğrudan gruplarda mücadele edecekti...

Şimdi burada duralım ve bir parantez açalım. Kuşkusuz TFF'nin bu hareketinin sebebi herkesin malumu 3 Temmuz'da başlayan ve Fenerbahçe eksenli yürütülen şike operasyonu. Burada UEFA'nın direktifiyle TFF Fenerbahçe'yi Avrupa'dan men etti ve 2. Trabzonspor'u onun yerine gönderdi. "Kendine güvenmeyen Avrupa'ya gitmesin." gibi veciz (!) sözlere ve çözümlere sahip olan TFF'nin bu hareketi ile Fenerbahçe'nin şampiyonluğu şaibeli hâle geldi. Bu durumda, en azından Fenerbahçe'nin, Beşiktaş'ın Türkiye Kupası'nı iadesi gibi Lig Kupası'nı iade etmesi gerekirdi ama gerek onların bu kupayı iade etmemesi ve gerekse de TFF'nin buna göz yummasıyla Fenerbahçe kupayı gasp eder bir vaziyete büründü. Bu durumda akla hemen şu sorular geliyor: 

1- Eğer şampiyon Fenerbahçe ise neden Şampiyonlar Ligi'nde mücadelesine izin verilmedi?
2- Yok eğer şampiyon Fenerbahçe değilse ve şampiyonluğu şaibeli ise neden kupası elinden alınmadı ve neden kupa ve şampiyonluk gaspına göz yumuldu? Şampiyonluk ve kupa neden Trabzonspor'a verilmedi?

Bütün bunların anlamı şudur;

1- Fenerbahçe, Şampiyonlar Ligi'ne gönderilmemesine ses çıkarmayarak ve itiraz etmeyerek suçunu kabullenmiştir.
2- TFF'nin UEFA talimatıyla Fenerbahçe'yi Şampiyonlar Ligi'ne göndermemesi ama kupa ve şampiyonluk gaspına ses çıkarmaması sonucu Fenerbahçe adeta ödüllendirilmiştir.
3- Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'ne gönderilmemesi ve yerine de Trabzonspor'un gönderilmesi ile adeta Trabzonspor'a sus payı verilmiş, bununla birlikte Türk futbol kamuoyunun gözü boyanmıştır.

Bu doğrultuda, Trabzonsporlu Burak Yılmaz'ın 26 Eylül Pazartesi günkü Fotomaç Gazetesi'nde yer alan ve sonrasında çeşitli internet sitelerinde yer alan "kupamızı istiyoruz" şeklindeki açıklamaları doğru ve manidardır. Ancak burada ek bir parantez daha açmakta fayda var; şike, şaibe gibi ifadeleri kullanırken burada kulüplerin yönetimini ve teknik ekibini kast ettiğimi, futbolcuları ayrı tuttuğumu belirtmek isterim. Türkiye'deki, hem saha içi hem de saha dışındaki durumu ile ve ayrıca entelektüel yapısıyla, ender kaliteli futbolculardan olan Fenerbahçeli Alex'in "Madem şike var, o zaman biz boşuna mı mücadele ettik? Alın terlerimiz, akıttığımız terler ne olacak?" ve Burak Yılmaz'ın Fotomaç'taki "şike olayında futbolcuların olduğunu düşünmüyorum" türü açıklamaları gayet dürüst, dorğu ve mantıklı açıklamalar olarak futbolcuların masum olduğunu gösteriyor...


Açtığımız koca parantezi kapatıp konumuza dönelim... Şans faktörü 2 maçtır Avrupa'da Trabzonsor'dan yana. Aslında kuralar çekilip Inter, CSKA Moskova ve Lille ile eşleşildiğinde Trabzonspor'a pek şans tanınmıyordu ancak daha ilk maçta şans faktörü herkesi yanıltarak Trabzonspor'un tarafına geçti... Cezaları nedeniyle golcüsü Burak Yılmaz ve hocası Şenol Güneş'ten yoksun Inter deplasmanına çıkan Trabzonspor, kalecisi Tolga Zengin'in devleştiği maçta sahadan galip ayrıldı. Ancak skora bakıp yanılmamak gerek. Aslına bakılırsa futbolun adaleti olsa Inter'in olurdu o maç, ancak Trabzonspor, amiyane tabirle "balına" attığı golle 3 puanı hanesine yazarak Trabzon'a döndü.

Lille maçı ise ayrıca önemliydi Trabzonspor için çünkü evindeki ilk Şampiyonlar Ligi maçıydı. (Benfica maçını İstanbul'da oynamıştı.) Üstüne üstlük Inter de CSKA Moskova'yı 3-2 yenince alacağı galibiyet Trabzonspor'u 6 puana çıkartacak, liderliğini perçinleyecek ve 3. sıradaki takımla puan farkını 5'e çıkaracaktı. Bu hem moral olarak önemli bir takviye, hem de puan olarak önemli bir fark ve avantaj demekti...


Lille maçını anlatmayacağım ama şu bir gerçek ki önce Şampiyonlar Ligi'ne başlamasında, sonra da Inter galibiyetinde yanında olan şans faktörü, 1-1 berabere biten Lille maçında da Trabzonspor'un yanındaydı. Nedenine gelince... Öncelikle geçen seneki "gayrıresmî" şampiyonla bu seneki Trabzonspor arasında dağlar kadar fark var. (Şampiyon ifadesini bilerek kullandım. Yazının girişindeki şike durumunu bir kenara atarsak, Fenerbahçe ile ligi aynı puanla bitiren ama 2'li averaj sonucu Fenerbahçe'nin ardında kalan Trabzonspor da şampiyon unvanını hak ediyor aslında.) Takım resmen dökülüyor. Savunma desen yok, hücum desen yok. Allah'tan kalede Tolga Zengin gibi bir kaleci var da o kurtarıyor durumu. Geçen seneki kadrosunun üstüne koyacağı yerde o kadroyu dağıtarak ve yeniden kurarak çok büyük bir hata yaptı ve şu anda onun acısını yaşıyor Trabzonspor. Şampiyonlar Ligi'nde mücadele etmesine rağmen ona uygun transferler yapmayan ve sadece dostlar alışverişte görsün mantığıyla transfer yapan takım, bu konuda yapılan eleştirileri sonuna kadar hak ediyor... Umut Bulut, Egemen Korkmaz, Jaja, Yattara, Selçuk İnan gibi isimlerin yokluğunu çekiyor şu anda takım ve yerlerine gelenler de onların yerini dolduramadı. Hoş, Egemen Korkmaz'ın transferi biz Beşiktaşlıları sevindiren bir durum, onu ayrı yere koyalım...

Takıma bakacak olursak, an itibariyle, yapılan en iyi transferlerin Didier Zokora ve Celustka olduğu gözüküyor. Savunmada yer alan Celustka'nın yanı sıra Zokora da orta sahanın yanı sıra savunmayı toparlar görüntüde. Sevilla'dan gelen Zokora, şu anda takımın "en Avrupa görmüş" oyuncusu konumunda... Transferlerden gidecek olursak, an itibariyle, Halil Altıntop henüz bekleneni veremeyen bir konumda. Almanya'dan gelen oyuncu şu anda alışma evresinde ama bir taraftan da sanki "Kardeşim Hamit Real Madrid'de, bense Trabzon'dayım. Kadere bak!" der gibi bir hâli var ve bir türlü dikkatini veremiyor.

Transferleri geçip esas konuya gelecek olursak, Trabzonspor bu sene adeta 3+1 kişilik oynuyor, yani Tolga-Burak-Zokora ve ek olarak Celustka şeklinde. Geride kalan maçlar da bunu doğrular nitelikte. Takımın şu anda geride kalan 4 lig, 2 de Avrupa maçındaki durumuna bakacak olursak ligdeki 4 maçta atılan toplam 5 golün tamamını Burak Yılmaz kaydetmiş. Burak'ın oynamadığı İBB maçında takımın 1-0 yenildiğini de göz önüne alırsak ve diğer 2 Avrupa maçında da takımın hücuma çıkmasında ve gol atmasında sıkıntı yaşadığını ve de bu maçlarda atılan 2 golün birinin penaltından diğerinin de zor pozisyonda atıldığını göz önünde bulundurursak Burak'ın takım için taşıdığı önemi göz önünde bulundurabiliriz. Bununla birlikte, Trabzonspor'un acilen Burak'ın yanına birisini esaslı bir şekilde koymasını (Buraksız takım ortada!) şiddetle tavsiye ediyoruz. Bu Halil mi olur, yoksa Alanzinho mu, Henrique mi olur bilemeyiz ama bu çok acil. Yoksa, takımı kötü günler bekliyor... Burada Tolga'dan da bahsetmezsek olmaz. Geçen sezon, (bir önceki sezonun 14. haftasından beri kaleyi koruyan) Onur Recep Kıvrak'ın sakatlığı sonrasında kaleyi devraldı Tolga ve 26. haftadan itibaren (arada o da sakatlık geçirip kaleyi 3. kaleci Bora Sevim'e devretse de) takımın kalesini o koruyor. Geçtiğimiz sezon, sakatlandığı haftaya kadar 25 maçta 20 gol yiyerek ligin en az gol yiyen kalecilerinden olan Onur'un sakatlığı belki de Trabzonspor'un şampiyonluğuna mal oldu. Sakatlığa kadar da sadece Türkiye Kupası'nda 3 maçta oynayan (ve 4 gol yiyen) ve ondan önce de bir önceki sezonun sadece 33. haftasında oynayan (1 gol yiyen) tecrübesiz Tolga'nın kaleye geçmesi de şampiyonluktan etti diyebiliriz. Geçen sezonu geride bırakırsak, şu anda gayet iyi bir performans ortaya koyuyor Tolga. Her ne kadar geride kalan 6 maçta (Inter maçı hariç) 5 gol yese de ben onun Trabzon'un savunmasının açığını kapattığını ve aslında daha gollü yenilgileri önlediğini düşünüyorum. Burada sorgulanacaksa kale değil, esas olarak savunma sorgulanmalı, ki savunma alarm zili çalıyor... Ayrıca Tolga'nın gösterdiği performansla Türkiye'nin çok iyi bir kaleci kazandığını düşünüyorum...


Lille maçına geri dönecek olursak... Aslında Noat Samisa, önceki gün Lille'in durumundan bahsetti: 

"...Fransa'da geçen sezonun şampiyonu Lille, aynı zamanda çok çarpıcı bir araştırma sonucunda görüldüğü üzere Avrupa'nın en istikrarlı yükselen takımı. Onlar kadar iyi yönetilen, onlar kadar akılcı ve verimli büyüyen, güçlenen bir kulüp daha bulmak zor. Üstüne üstlük önümüzdeki yıl yeni stadyumlarına geçecekler ve bu sayede gelirleri daha da artacak, daha da büyüyecekler ve Fransa'nın büyük bütçeli kulüplerinin yanına yerleşecekler. Bir bakıma bunlar iyi zamanlar, halen Lille'in mağlup edilebirliği fazla. Bundan birkaç yıl sonra bu şans azalabilir..."

"...Bir adet Fransa Super Kupası ve bir adet de CL maçı olmak üzere bu sezon toplam on resmi maç oynadılar ve tamamında gol yediler. Geçtiğimiz hafta sonu da Lorient karşısında maçı 1-0 önde götürüyorken, uzatmanın son anlarında yine gole engel olamadılar ve üst üste ligde üçüncü, toplamda dördüncü beraberliklerini aldılar. Sochaux ve CSKA karşısında da aynısı oldu.

En büyük sorunları, skoru tutamamak..."

Noat Samisa'nın bahsettiği durum Trabzonspor karşısında da oldu, skoru tutamadı, koruyamadı Lille. Aslında öyle çok iyi futbol oynamasa da Trabzonspor'a karşı üstündü, hele hele ilk yarı, ki ilk yarıya baktığımızda 1 tane "şut çekmiş olmak için" çekilen şut ve bir de Serkan'ın ceza sahası içinde heyecanlandıran ama faul yaptığı pozisyonu dışında pozisyonu yoktu Trabzonspor'un ve üstüne de Trabzon savunmasının yaptığı ölümcül hatayı da gole çevirdi Lille. 2. yarı ise ilk yarıya oranla daha iyi bir Trabzonspor vardı sahada. 70. dakikada daha hareketli olan ve özellikle de Adrian Mierzejewski'nin oyuna girmesi ile hareketlenen hücum sonucu paniğe kapılır gibi olan Lille savunmasında Debuchy büyük bir acemilik göstererek ve çok gereksiz bir şekilde elle oynadı ve bunun sonucundaki penaltıyı gole çevirdi Colman ile Trabzonspor. İşte şans faktörü esas anlamda burada girdi devreye Trabzonspor için. Esasen sarı kartın da çıkması gerektiğini düşündüğüm bu pozisyona kadar ve sonrasında da rakip savunma için ölümcül tehlike teşkil eden bir durum yok. Hatta golden sonra rakip daha çok yüklendi. Bu anda 2 takımda da panik vardı, bir tarafta yenilmemek için oynayan Trabzonspor ile diğer tarafta yediği golle sarsılıp panik yapan Lille. Ancak gerek penaltı ve gerekse maç boyu Trabzonspor'un etkisiz ve kötü oyununa rağmen pozisyon bulamayan Lille hücumunun, bulduğu pozisyonlarda ise kendi aralarındaki anlaşmazlıklar sonucu pozisyonları cömertçe harcaması diğer bir şans faktörüydü Trabzonspor için...


Sonuç olarak, Şampiyonlar Ligi'nde grup maçlarının altın kuralı olan "evinde mutlaka galip gelmelisin, en azından yenilmemelisin"i sağlamasına rağmen Lille maçı da gösterdi ki Trabzonspor, eğer Avrupa'da ve Türkiye'de başarı istiyorsa, yukarıları istiyorsa kendine çekidüzen vermeli. Savunma alarm veriyor ve kaleci Tolga'nın son gayretleri ile bu iş yürümez. Ek olarak, hücum da başka bir alarm veriyor. Takım hücum yapamıyor, yapsa da ileride çoğalamıyor, atik davranamıyor. Takım ileride çoğalana kadar da rakip savunma çoktan yerleşip karşı hamleye başvuruyor. Ayrıca da görülüyor ki Burak olmadan takım gol bulamıyor, doğru düzgün atak yapamıyor... Artık takım taktiksel değişikliklere mi gider, başka çareler mi arar bilemiyorum ama bu gidişle ilerisi için umut vermiyor. Hele hele Avrupa'da takım bu gidişle gruptan çıkamaz, çıksa da en fazla bir üst turda elenir görüntüsü veriyor...

Şans faktörü futbolda bazen bizim tarafımızda oluyor. Önce 3. olduğumuz 2002 Dünya Kupası'nda gruptan çıkmamız için Brezilya eliyle yardım etmişti Millî Takımımıza... Ardından ise gözlerimize sokarcasına 2008 Avrupa Şampiyonası'nda yanımızdaydı ve orada da yarı finale kadar peşimizi bırakmamıştı... Bakalım şans faktörü Trabzonspor'un yanında daha ne kadar yer alacak? Eğer takım kendine çekidüzen vermezse daha fazla yanında olacağını düşünmüyorum. Bakalım Trabzon, çekirge misali, daha ne kadar zıplayacak?

Not: Kullanılan görseller Trabzonspor'un resmî sitesinden alınmıştır...

Not 2: Bir dönem Chelsea'de oynayan ama sonrasında Abramovich'in takımı satın alması sonrası takibi bıraktığım Chelsea'nin sağ kanadı (Chelsea sonrası akıbeti hakkında bilgi sahibi olmadığım ve bir dönem Championship Manager oynarken de favori sağ kanadım) Joe Cole'u izlemek güzeldi...

26 Eylül 2011 Pazartesi

Galileo Galilei ile Leonardo da Vinci'nin Mektuplaşması

22 Haziran 1633, Roma

Kıymetli arkadaşım Leo;

Bu satırları sana Roma Yarı Açık Cezaevi'nden yazıyorum. Geçen sene "İki Kâinat Sistemi Üzerine Konuşmalar" kitabımı yazınca Floransa polisi evimi ve ofisimi aradı. Bugün benim Özel Yetkili Roma 4. Engizisyon Ceza Mahkemesi'nde karar duruşmam vardı. Çıkan hüküm şöyle: "Savınız saçma ve düşünsel bakımdan yanlış."

Duruşmadan çıkarken "Dünya yine de dönüyor." diye bağırdım. Koca memlekette iki gazete yazdı. Mahkûm olur olmaz Bilimler Akademisi beni işten attı. Yahu hangi çağda yaşıyoruz? Koskoca Rönesans olmadı da ben hayal mi gördüm?

Bir de teleskopuma el koydular. Senin Medici ailesiyle aran iyidir. Bari teleskopumu verseler.

Galileo Galilei.


10 Ağustos 1633, Floransa

Dostum Galileo;

Dünyada senin gibi insanlar olduğu sürece bu katı zihniyetler biliyorum ki en fazla kırk-elli yıl sonra kaybolup gidecektir. Neredeyse 1700’lere geldik, bilgiyi yasaklayarak bir yere varılamayacağını anlamayacak mı bu insanlar?

Sen yüreğini ferah tut. Dünya ne tarafa dönüyor olursa olsun, bundan sonra hiç kimse onun hızını kesmeye çalışmayacaktır.

En derin sevgi ve desteğimle.

Leonardo da Vinci.


* TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Bülteni'nden (Yıl: 23, Sayı: 253 Haziran 2011) alınmıştır.

23 Eylül 2011 Cuma

Badelemek Ne Demek?

Halk arasında kullanılan bir söz vardır: "Türkçe lastik gibidir, istediğin yere çekersin." Bu ne demek? Bunun anlamı, Türkçe'de istediğin her tür kelimeyi, cümleyi, sözü belaltına çekebilirsin, cinsel anlamda kullanabilirsin. Bu yüzdendir ki "dürtmek, tıklamak, vermek, almak, ciklemek, vs." gibi günlük hayatta kullanılan kelimeler aynı zamanda erotik veya cinsel anlama da gelmekte ya da o anlamda kullanılmakta... Öte yandan, normal kelimelerin yanında bir de "bafilemek, kevaşe, vs." gibi argo sözler ve küfürler de mevcut. Bu sözlere yeni bir söz de katıldı: "Badelemek".

Badelemek

Badelemek kelimesini, 2 gün önce Radikal'de Cüneyt Özdemir'in yazısında okudum ilk olarak. (Belki bazılarınız "Bu kelimeyi yeni mi duyuyorsun?" diye sorabilir.) Aslında bu kelimeyi (ve çıktığı yeri) daha önce de duymuştum, okumuştum ama dikkat etmemiştim, ancak iki gün önce okuduğum yazıdan sonra burada da bahsetmeyi uygun gördüm...

Badelemek kelimesi aslında Farsça içki anlamına gelen "bade" kökünden geliyor, ki bade kelimesi birçok şiirde, şarkıda geçer. Ancak "badelemek" kelimesinin anlamı "bade" kökünden çok farklı, anlamı argoda "saksafon" ya da "ağzına vermek" ile ifade edilen "oral seks yaptırmak".

"Badeleme"nin Çıkış Noktası

Badelemek ifadesinin çıktığı yer ya da bu kelimeyi kullanan kişi (ekşi sözlük tabiriyle patent sahibi) sahte bir şeyh. Olay da şu: Bursa'da sahte şeyh Uğur Korunmaz, kadın-erkek demeden müritleriyle Kırklar Dergahı dediği evinde cinsel ilişkiye girmiş, onları badelemiş. Müritlerini "cennet vaadiyle" badeleyen sahte şeyh kendisini "İlişkiye girmesem delirirlerdi.", "Pirim de beni badeledi, terfi ettim." diye savunmuş... Polisin tutukladığı ve 5'i kadın 17 kişinin şikayetçi olduğu sahte şeyhe, müritleri "nişanlı, eş, yenge, anne, kardeş" gibi bilumum "dost ve akrabalarını" sunmuş, pardon getirmiş...


Şimdi, buraya kadar normal. Aslında normal değil, aşırı derecede anormal ama Türkiye şartlarında ve Türkiye toplumunda, şıh-şeyh-hoca-tarikat-cemaat gibi şeylerle kafayı yemiş bir toplumda normal. Daha da anormal bir durum var bu "badeci" sahte şeyh ile ilgili: 20 Eylül günü görülen davada, badeci şeyhten şikayetçi olan 17 müritten 14'ü "şeyhin badelemesi sonrası dertlerine derman bulduklarını" söyleyerek şikayetlerinden vazgeçmiş...

Badeci Şeyh ve Dinci Toplum

Aslında bu badeci şeyhin olayı da, müritlerinin hareketleri de beni pek şaşırtmadı. Yukarıda da dediğim gibi eğer Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız ve kafayı din-şeyh-tarikat-hoca-cemaat ile bozmuş/yemiş bir toplumda bulunuyorsanız bunlar gayet normal geliyor...

Dinci topluma bakıyorum hiç ses yok bununla ilgili. Halbuki ilk başta onların buna karşı çıkması gerekmez miydi, "dini lekeliyor, din bu değil" demesi gerekmez miydi? Ancak Türkiye'de olduğumu hatırlayıp vazgeçiyorum bu sorulardan. Çünkü bizim dinci toplum karşı çıkmaz bunlara, aksine destekler. Ne de olsa aynı yoldalar, yok birbirlerinden farkları. Hepsi de yıllardır toplumu badeliyor, toplum ise uyutulmuş ve uyuşturulmuş biçimde bundan, bu tecavüzden zevk alıyor, sesini çıkartmıyor, müritler gibi "deva buldum" deyip daha da göklere çıkartıyor. Ancak buna karşılık "ne oluyor" dendiğinde, tepki gösterildiğinde, ses çıkartıldığında ise önce bu badelenen toplum sesini yükseltiyor, karşılık veriyor... Bu olaydaki tek fark ise bu şeyhin badeleme işini mecazdan gerçeğe dökmesi olmuş.


Utanmadan, sanki öncekiler dinsizmiş gibi "Türkiye'yi ilk defa Müslüman bir başbakan ve cumhurbaşkanı yönetiyor." diyenlerin (ancak burada kendileri için Ulu Manitu seviyesinde olan Adnan Menderes ve Turgut Özal'ı da aynı "dinsiz güruhun" içinde andıklarının ayırdında dahi olamayanların) foyası yakın zamanda Hüseyin Üzmez denen dinci gazeteci adamın 14 yaşındaki kızı taciziyle ortaya çıkmıştı. Ardından ise Deniz Feneri vurgunuyla perçinlenmişti. Bizim dinci toplumumuz ne yaptı? Başta dinci toplumun kadınları olmak üzere hepsi "Hüseyin Üzmez böyle bir şey yapmaz, içeceğine ilaç atılmıştır." diye savunmuştu. Çok Nuri Alço filmi seyredildiği anlaşılan bu toplumun kafasının basmadığı şey ise "ilaçlı kişi nasıl oluyor da taciz edebiliyor, o ilacı kim-nerede-nasıl attı, Hüzeyin Üzmez bu kadar saf mı, Hüzeyin Üzmez'in orada ne işi var" gibi soruları soramaması idi. Gerçi temeli soru sormak olan felsefeye dinsizlik diyen, soru sormaya/sorgulamaya günah, koşulsuz itaate sevap diyen bir toplumdan bunu beklemek zaten hayalüstü bir durum... Deniz Feneri davası ise ayrı bir komedi. "Din kardeşlerinin" dinî duygularını sömüren bir derneğe soruşturmayı Alman makamları başlattı. "Başka bir toplum ve başka bir dinden de olsa bu durum insan haklarına aykırıdır." dedi ve soruşturmayı başlattı, kökü Türkiye'de diyerek davayı Türkiye'ye taşıdı. Peki, bizim dinci toplum ve onun "müslüman hükümeti" ne yaptı? Mümkün olduğunca gözden kaçırmaya, saklamaya, üstünü örtmeye, süreci yavaşlatmaya ve hatta durdurmaya çalıştılar. Ardından tutuklamalar gelince de "yargısız infaz, hukuksuzluk, vb." ifadelerle yaygara kopardılar ve bunun sonucu da soruşturmayı yürüten 3 savcıyı görevden aldılar. (Hukukî olarak bunun anlamı cezalandırmadır. Davanın şu andaki durumuna gelmesi için yeni savcılar baştan başlayacak ve yıllar sürecek.)

Yukarıdaki paragrafta alıntıladığım sadece 2 olay. Bunlar ve bu yazının temelini oluşturan "badeleme" gibi yüzlerce olay var... Toplum ise adeta uyuşturulmuş, Hüseyin Üzmez misali "içeceğine ilaç atılmış" vaziyette. Kimsenin bir şikayeti yok, çok memnun, üstüne ise bir şey dendiğinde bu toplum saldırır vaziyette. "Kardeşim, sen tecavüzden ve badelenmeden zevk alıyorsan bana ne, ama beni bu işe bulaştırma!" diyeceğim, gene vazgeçiyorum çünkü bu durumda kendilerininki sanki dinmiş gibi, bu durumu eleştiren, buna karşı çıkan ve uyaran biz "dinsiz, Allahsız, kitapsız" ve hatta "katli vacip" durumunda oluyoruz. Yalan mı?

Neyse... Olaya geri dönecek olursak, "Yıl 2011 olmuş, bu tür şeyler hâlâ nasıl olabilir?" diye soranlar çıkabilir. Kardeşim, yıl değil 2011, 2111 de olsa değişen bir şey olmaz. Bu toplum değil mi dinin ve dindarlığın tek koşulu olarak türbanı gösteren, sanki Arapçasını okuyormuş ve anlıyormuş gibi Türkçe Kuran'a karşı çıkan ve "Türkçe Kuran okuyup da kafamın karışmasını istemiyorum." diyen, önünde Kuran durduğu hâlde okumayan, onu sandıklara hapseden, sonra da "ben hocama-şeyhime sorayım" ya da "Hocam bizim dinimizde bu nasıldır, Kuran'da var mı?" diyen, üstüne üstlük dalga geçercesine "İslam'ın ilk emri 'Oku'dur" diyen? Bu toplum değil mi, sanki bütün meselelerini halletmiş ve sanki kendileri dinlerini uyguluyormuş gibi "Hocam, kendilerine kitap gelmeyen toplumların durumu ne olacak?" diyen veya aldıkları 3 kuruşluk asgarî ücretle ayın ortasını bile göremediği hâlde ve oralara gitme ihtimali 0'ın altında olduğu hâlde "kutuplarda namaz ve oruç vakitlerinin nasıl olacağını" merak eden?

Bu toplum kalkıp "İslam'ın namusunu kurtaran", masraflarını cebinden karşılayarak Kuran'ı Türkçe'ye tercüme ettiren ve en ücra köye kadar gönderen, "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.", "Türkiye, şeyhler, dervişler, meczuplar ülkesi olamaz." diyen adamın ülkesini aldı "İslam=Türban", "Velev ki türban siyasi simge", "Hem laik hem Müslüman olunmaz.", "Devlet laik olur, birey laik olmaz." (o ne demekse!) diyen adamın ve zihniyetinin ülkesine çevirdi... Bu topluma, yazık diyorum ama acımıyorum. Aslında bu toplumda yaşamasam, memnun olduğu durum beni ilgilendirmez ama ister istemez ucu (artık ucu da değil köküyle birlikte tamamı) bana da (bize de) dokunuyor, artık dokunmakla da kalmayıp içeri giriyor...

Yıllar yılı TV'de, sinemada topluma sahte hocalar, sahte şeyler, gösterildi. (Kabul, bazısı kasıtlı ve kötü niyetli de olsa) Tükürükçü, üfürükçü, vb. sahtekar yobazlar, dinle ilgisi olmayan ve dini kullanarak insanları kullanan, kandıran ve cebini dolduran insanlar gösterildi. Peki, toplum ne yaptı? Uyandı mı? Ne gezer! Uyanmak yerine "Bunlar hocaları, imamları kötü gösteriyor, dini kötülüyor." dendi. El insaf! Peki, toplum doğrusunu bulabildi mi? Kocaman bir "hayır"... En büyük örneği de zaten badelenen ve bu badelenmeden "şifa bulan!" ve hatta üstüne anası, karısı, kız kardeşi dahil eş-dost ve akrabalarını şeyhe sunan insanlar değil mi!!!


Kendisine dokunmanın ibadet, onu üzmenin günah sayıldığı ve adeta son peygamber olarak görülen bir adamın ve zihniyetinin yönettiği, fakirliği kader, mücadele etmeyi asilik ve günah olarak gören, her şeyi ahirete havale eden, bilimsel uğraşıyı "öteki tarafa ne faydası var" diyerek dışlayan, bununla birlikte kendisi sanki gönül rahatlığıyla satın alabiliyor ve kullanabiliyormuş gibi "Küba'da Marlboro içmek, Mercedes'e binmek yasak" ya da sanki cebinde bir tomar varmış gibi "Küba'da dolar kullanmak yasak" diyerek Kübalıların dertlerine (!) üzülen insanların olduğu bir toplumda bu tür şeylerin olması artık abes kaçmıyor benim için... 

Badeci şeyh olayında veya benzer durumdaki başka olaylarda suçlu olan "halkın dinî duygularıyla oynayan ve onları kandıran" şeyhler-hocalar mı yoksa "aklını kullanmayarak başkasına ipotek ettiren, kendisini kullandırtan ve buna ses çıkartmayan, üstelik de zevk alan" toplum mu? Kusura bakmayın ama bence suçlu olan ikincisi...

Yazıyı, Cüneyt Özdemir'in dediği gibi "Böyle müritleri, böyle şeyh ne kadar badelese az!" diye mi, kullanmayacağını bile bile "Allah akıl-fikir versin!" diyerek mi yoksa "Allah belanızı versin!" diyerek mi (vermiş zaten) bitirsek???

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Blogunuzun Ziyaretçi Trafiğini Nasıl Artırırsınız?

Geçenlerde e-posta kutuma Wordpress.com'dan, Scott Berkun imzalı iyi ve faydalı bir yazı geldi: How to Get More Traffic (Blogunuzun Ziyaretçi Trafiğini Nasıl Artırırsınız). Tabiî burada trafik derken ziyaretçi sayısını ve sıklığı kast ediliyor. Yani kısaca, blogunuzun/sitenizin ziyaretçi sayısını nasıl artırırsınız ve bu ziyaretçilerinizin daha sonraları da blogunuza/sitenize yeniden ve daha sık gelmesini nasıl sağlarsınız? 

(Bir süre önce keşfettiğim Blog Hocam başta olmak üzere) İnternette, blog âleminde bu ve buna benzer birçok yazı, tavsiye bulabilirsiniz ancak bunun, Blogger ile birlikte blog âleminin en önemli platformlarından olan Wordpress'ten gelmesi önemli... 

Kuşkusuz benim için de faydalı olan ve önemli tavsiyeler içeren Scott Berkun imzalı bu yazıyı, önemli noktalarıyla, Türkçe'ye çevirerek aşağıda yayınlıyorum...


Blogunuzun Ziyaretçi Trafiğini Nasıl Artırırsınız?

Bir blogger, ilk yazısını bloguna girdiğinde, hemen soracağı ilk soru şu olur: Ziyaretçilerim nerede?  Herkes kendisinin dikkate değer olduğunu varsayar, ki aslında herkes öyledir. İzleyicileri edinmek süre ister ve kimse hiçbir çaba harcamadan ziyaretçi trafiğine erişemez.

1- Hakkımda Sayfası Oluşturun: Sitenizin ziyaretçilerinin merak ettiği ve bakacağı ilk şeylerden biri sizin kim olduğunuzdur. Eğer, kısa da olsa bir bilgi içeren hakkımda sayfasını ihmal eder ve genel ve klasik bir sayfa bırakırsanız, ziyaretçileriniz kaybolacaktır. Ancak, kısaca (iki paragraf fazla gelir) kendinizden ve blogunuzun içeriğinden bahsederseniz, ziyaretçileriniz yine gelecektir. 

2- Duyuru Yapın: Blogunuza yazdığınız yazıların, aynı anda otomatik olarak Twitter, Facebook, LinkedIn gibi hesaplarınızda paylaşılması için ayarlarınızı yapın. Böylece, her yazıda ziyaretçi sayınızı artırırsınız. 

3- Paylaşım Yapılmasını Sağlayın: Paylaşım butonları ile ya da birkaç tıklama vasıtasıyla, blogunuza gelen ziyaretçilerinizin, blogunuzdaki yazılarınızı sosyal ağlarında, bloglarında ya da doğrudan e-posta ile paylaşmalarını sağlayın. 

4- Okuyucularınızın E-posta ile Abone Olmasını Sağlayın: Bazen e-postanın önemli bir trafik kaynağı olduğu unutulur. Eğer blogunuza abonelik formu eklerseniz, insanlar blogunuzdaki yeni yazılardan, e-posta aracılığıyla otomatik olarak haberdar olmayı tercih edebilir. Bu yöntem ile ziyaretçilerinizi (hem siz hem de ziyaretçileriniz) herhangi bir ekstra çaba harcamadan blogunuzda tutabilirsiniz. 


5- Düzenli Olarak Yazın: Blogunuz için bir takvim oluşturun. Bu takvime göre yazı yazma sıklığınızı (günde bir, haftada bir, 15 günde bir, vs.) ayarlayın ve ona göre yazın. Yazı yazma sıklığınızı hakkımda sayfasında belirtin ve ayrıca bunun için kişisel takviminize de hatırlatıcı koyun. Sizden düzenli olarak yazmanızı bekleyen ve bir sonraki yazınızda ne yazacağınızı merak eden insanlar blogunuza yeniden gelecektir. 

6- İyi Bir Şekilde Yazın: Kuşkusuz güzel yazılar daha çok ziyaretçi trafiği çekecektir. Eğer her yazınız sıkıcı ise veya kötü şekillerde yazılıyorsa, her gün yazı yazmanızın hiçbir anlamı yok.  İlginç fikirler geliştirmek ve yazıları anlaşılır, özlü ve hatasız konuma getirmek zaman alacaktır. Eğer insanlar sizin dikkatsiz ve önemsemeyen bir yazar olduğunuzu görürse, blogunuza bir daha gelmeyeceklerdir. Gördükleri içerik, geri gelmeyi seçmede onlar için yeterli değilse, daha fazla ziyaretçi trafiğinin ne anlamı var? 

7- Güzel Başlıklar Seçin: Blog yazılarının başlıkları gazete başlıklarına benzer. İnsanların, yazının içeriğinde ne olduğunu merak etmeleri ve okumaları için başlıklar kısa ve ilginç olmalı. Yazıya iyi bir başlık seçmek biraz düşünme ve vakit ister ancak buna değer. Paylaşıldığında, Facebook'ta ve Twitter'da herkesin göreceği şey yazınızın başlığı ve bağlantısı olacaktır.


8- Diğer Bloglara Link (Bağlantı) Verin: Siz başka bir bloga link verdiğinizde, onlar (pingback ya da backlink vasıtasıyla) kendilerinden bahsedildiğinden haberdar olurlar. Bu hareket, onların blogunuzu ziyaret etmesini sağlayacak ve eğer blogunuzu beğenirlerse, yazılarında sizden bahsedeceklerdir. Ancak bunu idareli yapın çünkü çok fazla sayıda link spam olarak algılanır. Eğer başka bir blogtan beğendiğiniz bir yazı olursa, yazıdan bir paragrafı blogunuzda yayınlayın ve okurlarınızın, yazının geri kalan tamamını okumaları için yazının olduğu blog sayfasına link verin.

9- Benzer Bloglara Yorum Bırakın: Diğer (özellikle sizin blogunuzun konusuna benzer) bloglara bıraktığınız her yorum, sizin nasıl düşündüğünüzü ve yazdığınızı gösterir. İnsanlar, güzel bir yorum okuduklarında, sizin adınızı ve blogunuzun linkini göreceklerdir ve bu da o kişilerin, sizin daha başka neler dediğinizi/yazdığınızı merak etmesine yol açarak, blogunuzu ziyaret etmelerine yol açacaktır. Size benzer konularda yazan güzel blogları listeleyin, okuyun ve zaman zaman (yorumlarınızla ya da ek bilgilerle) katkıda bulunun.

10- Bırakılan Her Yoruma Cevap Verin: İnsanların blogunuza yorum bırakması, onların bunun için zaman harcaması/ayırması demektir. Blogunuza yorum bırakanları, yorumlarını dikkate alarak, yorumlarına cevap yazarak ve geri bildirimlerini göz önünde bulundurarak ödüllendirin. Bu, onların blogunuzu yeniden ziyaret etmesini sağlayacaktır.

11- İstekte/Ricada Bulunun: Okuyucularınızdan (ya da arkadaşlarınızdan) blogunuzda yazmak üzere konu belirtmeleri için ricada/istekte bulunun. Bunun için Facebook, Twitter, vb. ortamları da kullanabilirsiniz. Ardından, onların isteklerini yazdığınız hususunda bildirimde bulunun. Bu yolla, en az garantili bir okuyucu edineceğinizden emin olabilirsiniz.

12- (Gerekirse) Ödeme Yapın: Blogunuzun reklamını yapmak ve daha çok kişiye ulaşmak istiyorsanız, reklam, vb. mecralara yatırım yapın. Eğer çok güzel ve faydalı bir yazı yazdığınızı düşünüyor ve gerçekten, bunun daha çok kişiye ulaşmasını, ziyaretçilerden geri bildirim almayı istiyorsanız, bu iyi bir yöntem olabilir.


Bazen daha yoğun ziyaretçi trafiği planları işitirsiniz, ancak böyle şeyler pek inanılır değil. Öyle çok sihirli ya da gizli formüller yok...

Yukarıda belirtilen tavsiyeler, iyi bir şekilde kullanıldığında, blogunuzun ziyaretçi sayısını ve trafiğini artırmak için faydalı olacaktır.

21 Ağustos 2011 Pazar

Blog Yazılarınıza İmzanızı Eklemek İster misiniz?

Dün, blog ve bloggerlık konusunda önemli ve faydalı bir blog olan "Blog Hocam"da gezinirken bir yazı dikkatimi çekti. Şöyle diyordu: "Blog Yazılarınıza İmza Ekleyin". Yazıyı okuyunca, hemen ben de bu uygulamayı yapıp yazılarıma imzamı eklemek istedim. Bunun iki sebebi vardı: 
 
  1. Yazılara imzamı ekleyerek farklı bir uygulama ile dikkat çekmek.
  2. Yazılarımın bana ait olduğunu göstermek. (Çünkü bu yazıdan önceki yazı olan "Somali'ye Yardım Somali'den Geçinmeye Dönmesin!!!" başlıklı yazımı Facebook'ta paylaşınca, ilgili yazıda kendisinden de bahsedilen Yazar Murat Yatağanbaba, yorumunu bırakırken, yazının başında yer alan şiirin şair olan Ercümend Behzad Lav'ı kast ederek, "Bu yazı senin mi yoksa Ercümend Behzad Lav'ın mı?" diye sordu. İşte o an, yazılarımın bana ait olduğunu not düşmem gerektiğini anladım. Bu imza uygulaması ile, biraz şekilli de olsa not düşüyorum artık.)

İmza uygulamasına geri dönecek olursak... Eğer blogunuzdaki yazılarınıza imzanızı eklemek istiyorsanız, şu adımları takip etmelisiniz:

  1. İlk önce, imzamızı oluşturmak için My Live Signature sitesine giriyoruz. Anasayfadaki "Click Here to Start"a tıkladıktan sonra imza sihirbazını kullanıyoruz. (Sitenin anasayfasına filan girmeden doğrudan imza sihirbazına da gidebiliriz.)
  2. Bu aşama, imzayı oluşturma aşaması. Sırasıyla, önce adımızı (sadece ad, ad-soyad, takma ad, kısaca imzada ne kullanmak istiyorsak onu) yazıyoruz, ardından önümüze çıkan 120 fonttan birini, 10 boyuttan birini, imza ve arka fon renklerini, en son da 10 eğimden birini seçiyoruz. (Ben 29. fontu, 6. boyutu, 5. eğimi ve beyaz fon üzerine siyah imzayı seçtim.)
  3. İmza oluşturuldu. Şimdi, çıkan sayfada 3 bağlantı var. Bunlardan, imzamızı kullanmak için "Want to use this signature?"a tıklıyoruz.
  4. Açılan pencerede ise 2 seçenek bulunuyor. Burada "Generate HTML Code" diyoruz.
  5. Açılan sayfada var olan 2 seçenekten, üstteki "Generate a code for my handwritten signature"a tıklıyoruz.

İmzamız hazırlandı, kodumuz verildi. O kodu bir yere kopyalamamızda, kaydetmemizde fayda var... Şimdi bu imzayı (kodu) blogumuza yerleştirelim:
  1. Blogumuzun kumanda panelinden Tasarım > HTML'yi düzenle...
  2. "Widget Şablonlarını Genişlet"i seçiyoruz.
  3. Ctrl + F ile <data:post.body/> kodunu buluyoruz.
  4. Bulunan bu kodun altına da siteden aldığımız imza kodunu ekliyoruz.
  5. Şablonu Kaydet diyerek değişikliği kaydediyoruz...

İmzayı bloga ekledik... Güle güle kullanın...

Bu arada, eğer imzamız, sayfamızdaki gadgetlar ile yan yana gelirse, siteden alıp eklediğimiz kodun altına (5. aşamaya geçmeden)

<br>
</br>

kodlarını eklersek soru çözülüyor...

İmzanın nasıl durduğunu görmek istiyorsanız yazının sonundaki imzaya bakabilirsiniz...

Bu uygulama için blogunda verdiği bilgilerden dolayı "Blog Hocam"a teşekkür ediyorum...

19 Ağustos 2011 Cuma

Somali'ye Yardım Somali'den Geçinmeye Dönmesin!!!

İNCİL VE TOPRAK
 
Siz BEYAZLAR doğduğunuzda
Bir İnciliniz vardı yalnız
Bizimse toprağımız
Şimdi bizim İncilimiz var
Sizinse toprağınız

Ercüment Behzad LAV

Kuşkusuz bu Ramazan'ın en önemli, en ses getiren olayı, daha doğrusu Ramazan'ın ruhuna en uygun olayı Somali'ye yardım meselesi. Malum, Afrika'nın Somali ülkesi açlık, kuraklık, sefalet ve hastalıkla boğuşuyor, daha doğrusu boğuşamıyor bile desek daha doğru olur...

Ekranlarda izliyoruz (açıkçası dayanamadığım için izleyemiyorum desem daha doğru olur), Somali'de insanlar o hâle gelmiş ki bir deri bir kemik kalmış, hatta sadece iskelet olarak kalmış, derisi de iskelete yapışmış desek daha doğru olur... Yazının sonraki safhalarına geçmeden önce UNICEF Türkiye Milli Komitesi'nin (unicefturk) sayfasından ülkedeki durumu aktaralım:
"SOMALİ'DE ÇOCUK AÇLIĞI RESMEN AÇIKLANDI. Güney Somali'de her gün 250'den fazla çocuk hayatını kaybetmektedir.

Birleşmiş Milletler Somali'nin güneyinde birçok bölgeyi resmen kıtlık ve açlık bölgesi ilan etmiştir. Sadece Somali'de her 6 dakikada bir, bir çocuk açlıktan hayatını kaybetmektedir. Somali, Etiyopya ve Kenya'da çocuklar feci bir kuraklık kriziyle karşı karşıyadır. Uzayıp giden, bitmek bilmeyen bir kuraklık, gıdasızlık ve çatışmalar..."


Somali ve Türkiye

Türkiye, doğru ve insanî bir adımla Somali'ye elini uzatıyor, yardım ediyor... Konu aslında ilk olarak Diyanet İşleri Başkanlığı'nın "Her Evden Bir Fitre Bir İftar Afrika'ya..." adıyla kampanya başlatmasıyla gündeme geldi ya da kamuoyunun haberi oldu. Bu kampanyasıyla Diyanet, belki de yıllardır ilk defa düzgün, adam gibi, Ramazan'ın ruhuna yakışır bir iş yapıyor. Kendilerini kutluyorum... Diyanet'in yanı sıra Kızılay da, "Afrika Açlık Çekiyor" sloganıyla işin yardım kısmını yürütüyor. Kızılay'ın yanı sıra başta Kimse Yok mu Derneği ("İnsanlık Öldü mü?" sloganıyla) olmak üzere birçok dernek, sivil toplum kuruluşu da işin yardım kısmını yürütüyor... Başta ilgili kurumlar olmak üzere tüm devlet kurumlarını, dernekleri kutluyorum. Her ne kadar kendilerinin muhalifi olsam da ve kendilerini pek sevmesem de bu işi yürüttüğü, organize ettiği, bu işe önem verdiği için hükümeti de tebrik ediyorum...

Birçok yerde görmüşsünüzdür ama ben gene de buraya not düşeyim. Yardımları şu şekilde yapabilirsiniz:

  • afrika yaz (ya da boş mesaj da gönderebilirsiniz) 2868'e gönder - (kızılay - 5 TL bağış)
  • aclik yaz 5777'e gönder (kimse yok mu derneği - 5 TL bağış)
  • afrika yaz 3005'e gönder (unicefturk - 10 TL bağış)
  • afrika yaz 5601'e gönder (diyanet işl. bşk. - 5 TL bağış)

Bunun dışında banka hesap numaralarına eft/havale göndererek, siteler üzerinden kredi kartıyla ya da gıda yoluyla bağış yapabilirsiniz. Bunun için unicefturk, Kızılay ya da Kimse Yok mu Derneği'nin ilgili sayfalarına bakabilirsiniz... 

Somali Neden Bu Hâlde?

Özelde Somali, genelde ise Afrika kıtası neden bu hâlde diye sorabiliriz. Ancak iş cevap vermeye gelince bunun öyle basit ya da burada iki cümleye geçiştirilecek bir cevabı yok... Burada Batı'yı eleştirebiliriz, BM'yi eleştirebiliriz, "orayı sömürüyorlar" diyebiliriz, ki bunların hiçbirisi yalan değil. Hatta sadece onlar değil, Afrika'nın kendisi, Afrika burjuvası, Afrikalı aşiretler/kabileler de Afrika'yı sömürüyor diyebiliriz. Kısaca, ortada büyük bir Afrika pastası var, bir avuç insan/zümre bundan nemalanıyor, bundan geçiniyor. Ne zaman ki bu pasta, bu rant biter, o zaman Afrika'nın, Afrikalıların çilesi biter, ki bu da biraz imkansız görünüyor.

Somali'ye dönecek olursak, Somali'de bir düzen, bir devlet yok. Resmî olarak var ama göstermelik. Ülke korsanlar, aşiretler, burjuvazi arasında paylaşılıyor, aynen Afrika'nın diğer ülkelerinde olduğu gibi. Yardımlar konusunda ise Somali'de durum o hâlde ki, Somali'ye giden yardımlar, kamplardan zorla alınarak ya da çalınarak marketlerde para karşılığı satılıyor. Sözcü Gazetesi yazarı Emin Çölaşan, 13 Ağustos 2011'deki yazısında Somali'nin durumunu şöyle ifade ediyor:  

"Afrika’nın fakir bir ülkesi. Orada kimin eli kimin cebinde belli değil. Ortalıkta devlet yok ama göstermelik bir hükümet var. Ülkede çeteler, gemi korsanları egemen." (Yazının tamamını İlk Kurşun'dan okuyabilirsiniz.)


Hürriyet Gazetesi yazarı Yalçın Doğan ise 17 Ağustos 2011'deki yazısında Somali'deki durumu şöyle ifade ediyor: 

"TAMAM, 1950’dan bu yana Somali’de yaşanan en büyük kuraklık. Yarım yüz yıldır Somali’de yaşanan en büyük açlık. Tamam, öyle bir açlık ki, insanlar sadece deri ve kemikten ibaret hale geliyor. 1.5 milyon insan ölümle pençeleşiyor. Tamam, ölülerini bile gömmeye güçleri yetmiyor. Bunlar dünyayı ve bizi o insanlara yardım etmeye çoktan yeten insanlık dramı. Ama, bu ölçüde olmasa bile, Afrika’daki açlık ve kuraklık ilk değil. Bu ölçüde olmasa bile, Somali, Etiyopya, Kenya, Eritre benzer açlık, hastalık ve sefaletle boğuşuyor. Birleşmiş Milletler’in, Dünya Bankası’nın, çeşitli uluslararası kurumların yıllık raporları yirmi yıldır buralardaki açlık ve sefalete geniş yer veriyor, yardım çağrılarında bulunuyor...

O yıllık raporlar ve oraya gidenler aynı gerçeği sık sık vurguluyor: "Yardımlar yerine ulaşmıyor, büyük yolsuzluk var.” Yolsuzluk denizde ve karada korsanlarla, çeşitli kabilelerin işi. Yardımlar adı teröre karışan örgütlerin kasası gibi. Çeşitli etnik gruplar, çeşitli kabileler ve bir de korsanlar var. Dünya ticaretine göz açtırmayan korsanlar bir ara başta Amerika, gelişmiş ülkelerin korkulu rüyasına dönüşüyor. Doğu Afrika kıyıları onlardan soruluyor."

Somali'nin durumuyla ilgili en net bilgiyi ve yorumu 13 Ağustos 2011'de Hürriyet Gazetesi yazarı Cengiz Semercioğlu yazdı. Semercioğlu, özelde medyayı ve haber kanallarını eleştirdiği yazısında Somali ile ilgili çok önemi bilgiler verdi., Somali'nin bu hâle gelmesinde savaş ağalarının, zengin burjuvazinin, aşiretlerin/kabilelerin yanı sıra Somali'deki bazı mezheplerin de sebep olduğunu belirtiyor.

"Somali'de açlık var, çocuklar ölüyor... Tamam...
El Kaide destekli El Şebab örgütü uluslararası yardımları engelliyor... Peki...
İyi de neden?
Bu sorunun yanıtı Türk medyasında yok.
Anlatılan bütün bilgiler yüzeysel, yıllardır süren açlığa derinlemesine bakan birileri çıkmıyor.
Mesela, “2 bin 680 kilometre kıyı şeridi olan bir ülkede nasıl bu boyutta açlık olur” sorusunun yanıtını merak eden bile yok.
Ülkenin kuzeyi Aden Körfezi, doğusu Hint Okyanusu...
Türkiye'nin 3'te 1'i kadar sahili var Somali'nin.
Denizi ton balığı kaynıyor ama açlıktan çocuklar ölüyor.

Neden gidip balık tutmaz bu insanlar?
Birincisi, sahil şeridinde yeterli sayıda doğal limanları yok.
İkincisi ve daha önemlisi, Somali'de bazı mezheplerde balık yemek günah!
Balık dışındaki midye, karides gibi deniz ürünlerine zaten ellerini sürmüyorlar.
O kadar ki, şöyle bir söz bile vardır Somalili göçmenler arasında; “Balık kokan ağzınla benimle konuşma!”
Alay etmek, karşısındakini aşağılamak için kullanılır.
Bunları bize anlatan bir haber kanalı var mı?
Bir ülkenin hiç de kısa sayılmayacak kadar deniz kıyısına sahip olup açlık çekmesi tezatını bile merak etmiyorlar.
Bununla bile ilgilenmeyen haberciler Somali'de 1991'den bu yana hükümet kurulamamasıyla...
Ülkenin kuzeyinde Somaliland diye özerk bölge olduğuyla...
Ülkedeki savaş ağalarıyla...
Neden ilgilensinler ki?"

Her yeri saran, her yerde var olan din/mezhep baronları da burayı etkisi altına almış. Hatta öyle ki bu mezhepçilik dinin önüne geçmiş. Dinde balık yasağı yokken ve domuz yeme yasağı varken, hatta o bile çok mecbur kalındığı anlarda, ölümcül anlarda bile serbestken, Somali'deki mezhepler insanlara balığı, deniz ürünlerini yasaklıyorlar. Hem de öyle katı yasak ki insanlara deniz ürünleri yedirmiyor, göz göre göre ölüme terk ediyorlar. Bununla birlikte, bunu ticarete dökmelerine de, balıkçılık yapmalarına da engel olarak maddî olarak gelişmelerine de engel oluyor... Yazar Murat Yatağanbaba da, internet üzerinden yayınladığı "Beyyine Arayışları" programının "Somali Mezhepleri'nin Allah belâsını versin!" başlıklı 78. bölümünde bu konuyu gündemine taşıyarak Diyanet'i göreve çağırıyor. Diyanet'in Somali'de "Müslüman misyonerliği" yapmasını söyleyerek, Diyanet'in, oradaki insanlara, balığın yenebileceğini, dinen bunu yemenin günah olmadığını ve denizden faydalanmalarını anlatması gerektiğini vurguluyor.

Somali'ye Yardım İyi Ama...

Şu anda dünya ülkeleri içerinde Somali'nin bu durumuna eğilen, onlara yardım eden Türkiye var, daha doğrusu en büyük önemi Türkiye veriyor... Dediğim gibi Somali'ye yardım iyi, güzel ama... İşte bu yardımın bir "ama"sı var...

Öncelikle Somali'ye gönderilen ya da götürülen yardımların ihtiyaç sahiplerine iletilmesi çok önemli. Bunun dışında, o yardımların, oradaki korsanların, çetelerin ellerine geçmemesi gerekmektedir. Bu konuda çok dikkat edilmelidir. Aksi durumda yardımın bir sebebi, bir anlamı kalmaz...

Şimdi bu "ama"nın asıl meselesine gelelim... Herkes gibi benim çekincem de, korkum da bu işin ranta dönüştürülmesi, bu işten çıkar sağlanmaya çalışılması, Somali'ye yardım konusunun Somali'den geçinmeye dönmesi. İşte bu yüzden yazının başlığını "Somali'ye Yardım Somali'den Geçinmeye Dönmesin" koydum... "Hiç böyle şey olur mu?" demeyin. Olur, bal gibi de olur. Çünkü bu ve bu tür konularda hükümetin, AKP'nin ve yandaşlarının karnesi zayıf, güven vermiyor. Belki de bu yüzden, sayısı azımsanmayacak derecede insan, "nasıl olsa onlar nemalanacak" diye düşündüğü için bu yardım kampanyasına katılmıyor. Çünkü ilgili güruhun geçmişi sabıkalı, çünkü geçmişte bu tür şeyler oldu ve halen de oluyor. Ortada Deniz Feneri rezaleti gibi bir örnek dururken, insanlar bundan çekinecektir ve onları bu konuda suçlayamazsınız... Eğer "olmaz" deniyorsa ve bu yardım işinde olanlar gerçekten samimilerse çok dikkatli olmalılar. Çünkü ortada Deniz Feneri gibi bir rezalet duruyor ve benzer bir durumda kimseyi ikna edemezler...

Kuşkusuz bu yardım işinin siyasî ve maddî rantı olacaktır. Elde edilen parasal yardımlar ile alınacak gıda, vb. yardım malzemeleri yandaş kişilerden alınacak, böylece maddî rant elde edilecektir. Bununla birlikte, Kimse Yok Mu Derneği başta olmak üzere Fethullahçı ve İslamcı dernekler, kuruluşlar, vs. kendi reklamlarını yapacak ve Deniz Feneri'nin yarattığı olumsuz durumu temizlemeye çalışılacaklardır... Maddî rantın diğer boyutu ise makbuzsuz bağışlar. Tamam, banka, kredi kartı yoluyla ya da telefonla yapılan bağış resmî olarak belgelenmekte, ancak yardımlar ya da bağışlar sadece bu yollarla toplanmıyor. Çeşitli ortamlarda çeşitli gruplar tarafından elden de bağışlar, yardımlar toplanıyor. İşte burada çok dikkat edilmesi gerekiyor ve bu bağışların kayda geçirilmesi için belge ya da makbuz alınmalıdır çünkü aksi durumda bağışlar resmiyete geçmiyor, ortada resmî olarak belgelerde, kayıtlarda gözükmeyen yani kayıtdışı bir para söz konusu oluyor. Böyle bir durumda, o paraların yardım için mi yoksa şahsî işler için mi kullanılacağı bilinemez, yani Somali'ye yardım derken, birilerinin cebine yardıma dönüşebilir.


İşin siyasî boyutuna gelirsek, bu durum siyaseten de kullanılacaktır, ki kullanılmaya da başlandı. Başbakanın Somali'ye gerçekleştireceği ziyaret büyük bir ilgiye ve övgüye mazhar olurken, Kemal Kılıçdaroğlu'nun Ramazan Bayramı'nda Somali'ye gideceğini açıklaması ise tam tersine gülüşmelere, alaylara ve hatta hakaretlere varan tepkilerle karşılandı. Bu durum bile bunun siyasî rant olarak kullanıldığını, malum çevrelerin bunun rantını kimseye kaptırmak istemediğini göstermektedir... (Bu arada bugün -19 Ağustos 2011- itibariyle Başbakan Erdoğan, içinde bazı bakanlar, işadamları ve sanatçıların da olduğu ekiple birlikte Somali'ye gitti.)

İşin maddî ve siyasî kısmıyla ilgili olarak en sert yazıyı kaleme alan Emin Çölaşan, şu eleştirileri kaleme alırken haksız değil açıkçası:  

"Bütün Türkiye Somali afişleriyle dolu. Herkes yardım etmeye çağrılıyor. Şimdi benim vatandaşım, içinden gelirse Somali’ye yardım edip Tayyip’in kampanyasına destek verecek!.. Hayırlı uğurlu olsun, Allah günahlarını affetsin! Ancak o paraların nereye gittiğini, kimlere verileceğini, Somali çetelerine mi ulaşacağını hiç bilmeden bastıracak paracıkları! Dahası, o Afrika ülkesine gönderilecek yardım malzemeleri acaba kimlerden, hangi yandaşlardan satın alınacak? Yardım bahanesiyle, yandaş işadamlarına bir kez daha köşe döndürülecek mi? Bu soruların yanıtını hiç kimse bilmeyecek. Bilinen bir tek şey var ki, Tayyip onu zaten açıkladı: "Yardım Somali’ye ulaşınca ben ve karım da oraya gideceğiz!" Yanına ekibini alacak, Somali gezisine çıkacak ve orada, o ülkenin ortamında kameraların önüne geçip bir kez daha şov yapacak, siyasi atraksiyon yapacak...Tayyip ve ekibi, Ramazan ayında Türkiye’de sergiledikleri oyunun bir benzerini orada sergileyecekler. Burada Ramazan gelince önce medyaya haber verip birkaç gecekonduya göstermelik iftara gidiyor ya!.. Somali’de aynı oyun bu kez kara derili gariban Afrikalılar önünde oynanacak. Önceden seçilen yerlerde ve önceden seçilen zavallılar önünde çekimler yapılacak. Tayyip nutuklar atacak, Türkiye’nin “Lider ülke” olduğunu bir kez daha vurgulayacak. O bunları yaparken, çevresinde çok sayıda Türk gazeteci de olacak. Ama hiçbiri kendisine “Sayın başbakan, Türkiye’de de açlık ve sefalet çeken, işsiz dolaşan milyonlarca insan var. Acaba onlar için de bir kampanya düzenlemeyi düşünür müsünüz” diye soramayacak...


...bu paraları insanlık adına değil, siyaset adına topluyorlar. Ramazan sömürüsünün yurtdışı boyutu olarak kullanıyorlar. Diyelim ki yardımı iyi niyetle yapacaklar. O halde Tayyip’in, karısının ve ekibinin Somali’de ne işi var? Gönderirsin yardımları ve işi bitirirsin."

Bu Somali'ye yardım konusu tuhaf şekiller almaya başladı. Şu anda dünyanın en zengin başbakanları arasında yer alan, kendi zengin burjuvasını yaratan, varlığını sömürü ve rant düzeni üzerine kuran ve sırtını Amerikan emperyalizmine dayayan başbakanımız başta işadamları olmak üzere herkesi Somali'ye yardıma çağırıyor. 17 Ağustos'ta, 40 ülkenin katılımıyla İstanbul'da yapılan "Somali Hakkında İslam İşbirliği Teşkilatı İcra Komitesi Toplantısı"nda "gökdelenlerinizle övüneceğinize Somali'ye yardım edin" diyor. Başbakan buna ek olarak, Türkiye'nin çocukları harçlıklarını gönderirken zenginlerin elini cebine atmamasını eleştiriyor. Yukarıda bahsettiğim özelliklere sahip bir başbakanın böyle bir konuşmayı yapması ironik bir durum. Ha, bu konuşmasında başbakan haksız mı? Değil elbette, sonuna kadar haklı. Ancak başbakan da gayet iyi bilmektedir ki, o bahsettiği, eleştirdiği zengin kesimin mevcudiyeti ceplerindeki paraya bağlı. Onlar ceplerindeki para oranında değere sahipler, onların dini, imanı, Allah'ı, kitabı, milliyetleri, kısaca her şeyleri o ceplerindeki para, sahip oldukları gökdelenlerdir. O yüzdendir ki halkımız (küçük çocuklar, öğrenciler bile) yardım için elinden geleni, hem de karşılıksız yapmaya çalışırken, zengin kesim cebinde akrep varmışçasına, eğer bir karşılık alamayacaksa elini cebini atmakta isteksiz davranıyor. Zaten bu durumdan dolayı da 5 cümle öncesinde, başbakanın sergilediği tavır için "ironik" kelimesi kullandım. (İlginçtir, başbakanın bu konuşması, bana 12 Eylül 2010 referandumu öncesinde gözyaşı dökerek, Ahmet Kaya'nın Şafak Türküsü'ndeki şiiri okuyarak, 12 Eylül 1980 döneminde cezaevlerinden yazılan mektupları okuyarak yaptığı konuşmayı hatırlattı. O zaman da böyle bir konuşma olmuştu ama referandum sonucu ve sonrası ise hepimizin malumu...)



Bu yardım işinin tuhaflığının bir başka boyutu da var. Şu anda bu yardım işi bir rant ya da en azından hükümete yaranma çabalarına girmiş durumda. Somali'ye gitmeden önce Ajda Pekkan'la ilgili olarak çıkan haber de bunun göstergesi mahiyetinde. Bunun dışında, başta işadamları olmak üzere hükümete yakın olan, olmaya çalışan, hükümet tarafından beslenen, kısaca Emin Çölaşan'ın da ifade ettiği gibi "adeta hükümet tarafından yaratılan, varlıkları ve servetleri ona bağlı olan" işadamı, müteahhit, sporcu, sanatçı, vb. kesimler bu yardım işine önem vermekte, Somali'ye yardım etmekte. Yine Emin Çölaşan'ın dediği gibi "sıkıyorsa etmesin!".. Onlar yardım ediyor etmesine ama bu yardımlar, içten gelen yardımlar mı yoksa göstermelik ve mecburi yardımlar mı? Durum onu gösteriyor ki cevap ikinci şık. Bunu, 11 Ağustos 2011 Perşembe günü Samanyolu Haber TV'de yayınlanan "İnsanlık Ölmedi" isimli Somali'ye yardım programı göstermiştir. O programda, yardımlar toplanırken ne hikmetse iş dünyasından bir destek gelmezken, yine her ne hikmetse başbakanın telefonla yayına bağlanmasından sonra iş dünyası konuya ilgi gösterdi. Tabiî bu bağışların en önemli sebebi, hükümete biatlarını bildirmek ve ayrıca kendi reklamlarını yapmak... Bu ilgi, bağış konusunda özellikle 2 bağış dikkatimi çekti. İlk bağış, TV'lerin dâhi çocuğu olarak adlandırılan Acun Ilıcalı'nın bağışı. Her programı büyük ilgi gören ve milyon dolarlar kazanan Acun Ilıcalı, Somali konusunda ancak 50.000 dolarlık bir bağış yapıyor, ki bu para, onun servetinin yanında amiyane tabirle "çerez parası" olarak kalıyor. Diğer bir bağış da, hükümetin gayrıresmî müteahhidi olan, "zamanında inşaatları deniz kumundan yapardık" açıklamasının sahibi olan, şu anda garajında milyon dolarlık arabalar bulunan ve arabalarının değeri 10 milyon TL'yi bulan, zenginliğiyle övünen ve hatta bir canlı yayında cebindeki paraları çıkarıp gösteren ve sayan Ali Ağaoğlu'nun bağışı. Yaklaşık 2 milyar dolarlık servetin sahibi olan Ağaoğlu ancak 250.000 dolarlık bağış yapıyor, ki garajındaki en dandik araba bile ancak bu parayı ediyor... Ha, bu durumda "yardım etmesinler mi" diye sorabilirsiniz. Etsinler tabiî etmesine ama böyle insanlarla dalga geçercesine, sembolik şekilde değil...

Hükümetin ve ona yakın çevrelerin, bu Somali'ye yardım işindeki acelesi, aşırı gayreti ve tuhaflığı, insanın aklına "Acaba bu işin arkasında ne var? Ne gibi bir çıkar ve rant var? Bu işin arkasında neler dönüyor?" sorularını getiriyor. Bu konuda, Hürriyet yazarı Yalçın Doğan'ın şu ifadelerine katılmamak imkansız:

"Birleşmiş Milletler’in, Dünya Bankası’nın, çeşitli uluslararası kurumların yıllık raporları yirmi yıldır buralardaki açlık ve sefalete geniş yer veriyor, yardım çağrılarında bulunuyor. Şimdi aniden ne oluyor da, dünya ve biz Somali kampanyaları yürütüyoruz?"

Somali'ye yardım kampanyaları, bağışlar sürerken, yaşanan bir gelişme dikkatleri çekti. O da şu: Kızılay Başkanı Tekin Küçükali'nin "sağlık gerekçesiyle" ani istifası... Yardım kampanyaları sürerken, Küçükali'nin ani istifası "Acaba Somali'ye yardım işinde usülsüzlükler mi dönüyor ve Küçükali bu yüzden mi istifa etti?" yorumlarının yapılmasına sebep oluyor. Dipnot.tv "Gel de İnan!" derken, Odatv'de Nihat Genç bunun ardında siyasî bir durum olduğu yorumunu yapıyor, AKPli eski milletvekili Feyzi İşbaşaran da istifanın siyasî boyutu olduğu yorumunu yaparak bazı iddialarda bulunuyor. Hürriyet'ten Yalçın Doğan ise şu yorumu yapıyor:  

"En büyük yardım kampanyası için kolları sıvıyor. Herkesi kampanyaya davet ediyor, ama kampanyanın daha başında, "sağlık gerekçesiyle" görevinden istifa ediyor. Kızılay Başkanı Tekin Küçükali ani istifasıyla herkesi şaşırtıyor...Geçen hafta Başbakan Erdoğan kendisini Dolmabahçe’ye çağırıyor. Görüşme sonrasında Küçükali görevinden istifa ediyor. Kampanyaya hevesle giren, ama kampanya başlamadan “yoruldum” diyerek ayrılan Küçükali’nin açıklamasına siz inanıyor musunuz?"

Bu arada iş dünyasının, Somali'nin durumunu fırsata çevirmesi konusunda 18 Ağustos 2011'de Birgün Gazetesi'nde "Somali'yi Fırsata Çevirmek!" başlıklı bir haber çıktı. Haberde, maden sektöründe çalıştırılmak üzere Somali'den işçi getirilebileceği ifade ediliyor. İş dünyası bunu "halkımız iş beğenmiyor" bahanesi ile savunuyor ve bunu "Somalililere balık tutmayı öğreteceğiz" bahanesi ile de destekliyor. Tamam, fakir halkın iş sahibi olmasında, onların da çalışması ve kendilerine yetecek düzeye gelmesi konusunda elbette itirazımız olamaz ama burada, iş dünyasının bu niyetinin ardında "insanî" nedenler mi var yoksa "tamamen duygusal" yani hem ucuza hem de daha uzun sürelerde ve ağır işlerde işçi çalıştırma ve böylece işçi maliyetlerinde kâr etme ve köle gibi kullanma düşüncesi mi var?


Sonuç

İlahiyatçı İhsan Eliaçık'ın her daim eleştirdiği, Meclis Başkanı Cemil Çiçek'in de artık isyan ettiği zengin ve lüks iftar sofralarında şaşaa ve gösteriş yapanlar bu yardımı ve kampanyayı yürütüyorlar. Bu işin ardında ne olduğunu, altından neler çıkacağını ve bunun yeni bir Deniz Feneri vakasına dönüşüp dönüşmeyeceğini zaman gösterecek. Yoksa bu güruh, İhsan Eliaçık'ın birkaç gün önce Habertürk TV'deki Karşıt Görüş programında sarf ettiği gibi bu gösteriş ve şaşaalarına devam etmek için bahane olarak bunu mu kullanacak? Her şeyi zaman gösterecek...

İşin rant kısmı dışında benim düşündüğüm bir diğer konu da bu konunun yakın zamanda unutulacak olması. Ramazan ayının gelmesiyle "Sosyal İslam, yardımlaşma" gibi kavramların bahanesiyle başlatılan bu konu Ramazan sonrası unutulur mu? 

Kısaca, bu kampanyayı yürütenlerin sırtlarında büyük bir yük var ve yazıda dile getirdiğim olumsuz durumlar konusunda ise haksız çıkmayı umarım...

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...